Dersimiz: Madilik 101

Bülent Arınç müthiş bir hatip, hakkını teslim etmeyen yok. Ama benim onun konuşmasında, bundan daha önceki konuşmalarında da, hep satır arasında yaptığı küçük laf sokuşturmaları dikkatimi çekiyor. Dolayısıyla ne söylerse söylesin mutlaka izliyorum, çünkü karşısındakini küçümseyen, tepeden bakan o müstehzi üslup beni çok eğlendiriyor.
Eşcinsel argosunda ‘madilik’ diye bir kelime var, dilimizdeki hiçbir sözcük tam olarak karşılamıyor anlamını. Ama kısaca birilerine (yer yer sebepsiz de olsa) kötülük yapmak, dalga geçmek, alay etmek diyebiliriz. Dikkatli izleyiciler bilir Bülent Ersoy sık sık jüri üyeliğinde bu kelimeyi kullanıyor mesela.
Tabii madilik‘in en klas olanı da Bülent Arınç’ın konuşmalarındaki gibi çaktırmadan, alttan alta lafı sokuşturup tepeden bakmak... Mesela o meşhur konuşmada gözden kaçan kinayeli cümleler vardı:
Ahmet Hakan‘la karşı karşıya gelmemeye çok gayret ediyorum.
...Gökçek, sayın demiyorum, dikkat edin...
[Gökçek] çok zor seçimi kazandıktan sonra...
(Gazeteciye) Bir dakika uzun uzun bir şeyler sordun yine kafamı karıştırdın...
Nerde buluştular, nerede bir araya geldiler bilmiyorum, ben özel kalem müdürlüğü yapmıyorum. Zeki Müren kadar kusursuz bir Türkçe, ama Huysuz Virjin gibi hazırcevaplık ve Doğan Hızlan kadar asil bir duruş. “Dowton Abbey” dizisinden herkesin favorisi Maggie Smith‘in oynadığı karakterin de izleri yok değil... Bülent Arınç’ın konuşmasının DNA‘sında bu ikonların izlerini sürüyorum. 7 Haziran seçimleriyle Ankara’da sıradan bir hayata başlayacak olması ne acı, böyle tepeden bakan alaycı karakterlere ihtiyacımız var siyasette.

Habertürk’e bravo


Ruh sağlığımız için
Ailemin yaşı ilerleyen üyeleri var, vakitlerinin çoğu televizyonla geçiyor. Tabii Türkiye’de televizyon yayınları insanları delirtmek için tasarlandığından onlar da tartışma programlarını izleyip etkilerinde kalıyorlar, çıldırıyorlar.
Habertürk bence tartışma programlarını kaldırarak çok doğru bir şey yaptı. Çünkü bu programlar hiçbir nitelikli sonuç vermeyip, uyduruk kavgalarla İnternet sitelerinde haber olma amacı gütme dışında hiçbir işe yaramıyordu. Başta da Habertürk olmak üzere bütün haber kanalları hem zekamızla dalga geçiyor, hem de toplumsal tartışma düzeyini aşağı çekiyordu. Bunca sene Yiğit Bulut‘la zihnimizi kirlendiren Habertürk‘ün günahlarını unutmadık. Tabii seçim öncesi tartışma programını yayından kaldırmayı da Türkiye’yi düşündükleri için yapmıyorlar.
Patronları korkuyor, hangi pozisyonu alacağını bilemiyor, avukat yaverinin oynadığı Cemaat gibi atlar hep yanlış çıkıyor ve o yüzden şimdi işi sağlama almaya çalışıyor.
Keşke korkusuyla bilinen Ferit Şahenk de bu yolu seçse... Keşke CNN Türk de bir anda kaldırsa tartışma programlarını... Belki ruh sağlığımızı bulmamıza yardımcı olur.

NY’tan mekan haberleri


SANTINA


New York‘ta aslında çok sınırlı bir bölgede yaşıyorum, o alanın dışına çıkmıyorum. Türkiye’den birileri gelince illa midtown‘da buluşmak istiyorlar ve her seferinde oflaya puflaya 5. Cadde’yle 50’lere gitmek zorunda kalıyorum. En az gittiğim bölgeyse 90’larda parlayan ve şimdi turistler tarafından ele geçirilen Meatpacking District. Adım başına beş turist düşüyorsa, o beş turistten ikisi de illa Türk oluyor. Türk turistler Standard Otel‘in lokantasında selfie çektirip al fresco yemek yemeği çok seviyorlar.
Ama mecburen Meatpacking‘e gittim geçenlerde. Çünkü bu aralar New York‘un en gözde iki şefi Mario Carbone ve Rich Torrisi yeni lokantalarını tam da Standard‘ın yanında, High Line parkının altında açtılar. Neredeyse Mustafa Sarıgül‘ün yönetmelikleri zorlayarak yaptırabileceği ve bu şekilde kapalı mekana dönüştürülmüş hissi veren bu lokantanda Güney İtalya yemeklerini kendi yorumlarıyla sunuyor Carbone ve Torrisi. Bir diğer lokantaları Carbone‘a göre daha salaş; Carbone‘u biliyorsunuz artık, sık sık yazdım.
Mario Carbone‘un büyükannesinden adını alan Santina‘da garsonlar rengarenk t-shirt’ler ve spor ayakkabılar giyiyor, bardan içinde bol meyveli ve buzlu kokteyller çıkıyor.
Kuzu tartar, karides, kabak carpaccio, patlıcanlı makarna, portakallı, biberli soslu levrek... Ayrıca traşlanmış buz parçalarıyla yaptıkları Martini de çok başarılı ama ben karabiberli çilekli ve cinle yapılan bir kokteyli tercih ettim.
Yediğimiz her şey güzeldi ama tam bir oturmamışlık vardı sanki. Bir kere daha gidip bu mekanı tavsiye listeme alıp almayı düşüneceğim.
Öte yandan, New York‘a Türk turistlerin akın edeceği aylar geliyor. Önümüzdeki haftalarca Delicatessen ya da Lucca‘da yan masalarda birtakım insanların “Ayyy Santina’ya gittik yıkılıyor” diye anlatacaklarından eminim. Gözümde Türk turistler canlanıyor bu lokantada.

BROOKSFIED PLACE


New York‘ta alışveriş merkezi olmaz. Yıllar önce açılan Manhattan Mall bu teoriyi kesin bir şekilde kazımıştı şehrin kafasına. Ama 9/11 saldırılarıyla mahvolan şehrin güney ucu kendisini toparlıyor ve yepyeni bir kimliğe bürünüyor. Eskiden sadece finans kuruluşlarının olduğu bu bölgede şimdi Conde Nast dergileri yerleşti, hem de One World Trade Center binasına. Vogue‘da, Vanity Fair‘de çalışan sivri topuklu editörlere göre yerler de şekilleniyor.
İşte bugünlerde resmen açılan Brooksfield Place de bizdeki Zorlu, İstinye Park’ın zengin kısmı gibi çok havalı bir alışveriş merkezi. Hermes, Burberry, Bottega Veneta ve Saks Fifth Avenue desem yeter herhalde. Birkaç aydır açık olan yiyecek katında da New York‘ta iyi bilinen birtakım lezzet duraklarının şubeleri var: Bagel‘larıyla son zamanlarda çok konuşulan Blackseed, Soho‘daki sandviççi Olive‘s, televizyon şöhretlerinin bayıldığı cupcake‘ci Sprinkle‘s. Ama asıl bomba Eataly benzeri yemek pazarı Le District. Eataly nasıl İtalyan lezzetlerini bir sosyete pazarı haline dönüştürdüyse Le District de aynısını Fransız Mutfağı için yapıyor. Türk turistin Le District‘e gidip bagetlerle resim çektirip makaron yiyeceğini gözümde canlandırıyorum. Herhalde konsepti de önce, her zaman olduğu gibi, İzzet Çapa çalar, sonra orijinali bir AVM’de açılır.

Herkes ondan nefret ediyor


Selfie’nin suçu ne?
Ek­ran­lar­da­ki yan­daş­la­ra dik­kat edin, her dö­nem baş­ka­la­rı öne çı­kı­yor. Bir ara­lar bu mis­yon Fa­ruk Mer­ca­n‘­a ve­ril­miş­ti ve saç­ma sa­pan ana­liz­ler­le ya­lan da­va­la­rı sa­vu­nu­yor­du.
Ma­ni­kür­cü ve mi­ni­büs­çü ko­ca­sı iki bu­çuk lit­re­lik ko­la mi­de­le­ri­ne otur­muş ola­cak ki, çok­tan­dır  yok­lar.
Naz­lı Ha­nım bol bol gö­bek atı­yor bu ara­lar.
Tür­ban­lı ya­zar­la­rın da dev­ri ka­pan­dı, mo­da­sı geç­ti. Olan Ab­dül­ka­dir Sel­vi­‘ye ol­du... Ya da ik­ti­da­rın sel­fi­e’­si... Bi­zim ai­le me­se­la en çok on­dan nef­ret edi­yor, hal­bu­ki iç­le­rin­de en ga­ze­te­ci o. En çok bil­gi ve­ren, en çok ha­ber­den an­la­yan, en çok ko­nu­su­na ha­kim olan Sel­vi ama sırf te­le­viz­yo­na çı­kı­yor di­ye her gün bir do­lu kü­für yi­yor... Hak­lı ol­sa da ol­ma­sa da... Bir nef­ret ob­je­si­ne dö­nüş­tü... Ka­ba­taş ya­la­nı­nı ıs­rar­la sa­vu­na­rak saç­ma­lı­yor ama ben ge­nel ola­rak Sel­vi­‘yi ta­kip edi­le­si bir ga­ze­te­ci ola­rak gö­rü­yo­rum. Me­se­la şu son kav­ga­da or­ta­ya çık­tı ki Akif Be­ki ka­dar den­ge­ci de­ğil. Be­ki bil­dik­le­ri­nin çok azı­nı söy­lü­yor ve tep­ki çek­mi­yor; bel­ki süt­ten ağ­zı za­ma­nın­da çok ağır yan­dı­ğı için. Sel­vi ise çok şey söy­lü­yor, çok şey bi­li­yor, hat­ta za­man za­man bel­ki de ken­di­sin­den bek­le­nen­den da­ha faz­la­sı­nı söy­lü­yor. Ve gö­re­cek­si­niz onun da ağ­zı ya­na­cak. Te­le­viz­yon­la­ra bu ka­dar çık­ma­sa bu ka­dar tep­ki de çek­me­ye­cek­ti hal­bu­ki ne ora­dan ne bu­ra­dan...