2010 yılında Catherine Hiegel ile Anne oyununu, 2012 yılında Robert Hirsh ile Baba oyununu sahneleyen genç ve yetenekli yazar Florian Zeller, bu yıl Oğul’u yazıp sahneye taşıyarak Aile Üçlemesi'ni tamamlamış oldu. Piyesin yazılış stili oyuna müthiş bir derinlik ve hipnotize eden bir güç veriyor. Direkt, yapmacıksız bir rejisi olan bu oyun, sıradan bir hayatı anlatırken, peyderpey sıradan bayağılığa has karanlık durumların tohumlarını ekmeye ve sakıncalı görmediğimiz bu karanlıkların, esasında insanları uçurumun ta derinliklerine çektiğini anlatıyor. Nicolas, 17 yaşında, boşanmış bir karı kocanın oğlu; yoğun psikolojik bunalımda. Ne yapacağını şaşıran ve oğlunu bu durumdan çekmeyi başaramayan anne, babadan oğulları için yardım ister. Genç bir kadınla evlenmiş ve üç aylık bir bebeği olan Baba elinden geleni yapmaya çalışır. Oğlunu yanına eve alır, onu düştüğü bu depresyondan çıkarmak, ona yardımcı olabilmek için her çareye başvurur. Zeller, aşırıya kaçmadan, yeni evli çiftin gündelik hayatını, boşanma sonrası acı çeken terkedilmiş kadını, bunalımdaki genç oğlu, hayatını tekrardan kurmuş babanın yeni yaşantısını sahnede çok inandırıcı bir şekilde anlatıyor. Küçük dokunuşlarla - önemsiz bir cümle, belirsiz bir davranış, ekşi bir ihtar hepsi bir arada, ağır bunaltıcı ve boğucu olmaya başlayan ailenin en kahredici, ölümcül atmosferini ortaya çıkarıyor. lefilsSiyasete girmeye gönüllüyken, çok parlak bir avukat olan Pierre’in (Yvan Attal) ikinci eşi Sofia ile (Elodie Navarre) bir bebeği olmuştur. Pierre’in terk ettiği eski eşi Anne (Anne Consigny) 17 yaşındaki oğulları Nicolas’ın (Rod Paradot) birkaç aydan beri okula gitmediğini, sürekli bir kaçışta ve isyanda olduğunu, anne olarak onunla baş edemediğini ve Pierre’in baba olarak bu duruma acilen el koyması gerektiğini anlatmaya gelir. Az bir zaman sonra, Nicolas babasının kapısını çalar; annesiyle anlaşamadığını, bundan böyle babasıyla, yeni bebek ve Sofia ile beraber yaşamak istediğini dile getirir. Baba hemen kabul eder ve genç eşiyle beraber oğlunu disiplinli bir hayata geçirebilmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaya başlarlar. Nitekim Nicolas normale dönmüş gibi, her sabah hazırlanan güzel kahvaltının ardından okulun yolunu tutar. Ama aylar geçer ve Nicolas’ın yine yalan söylediği, okula hiç uğramadığı, parklarda zaman öldürdüğü ortaya çıkar. Baba onu karşısına alıp, sağduyulu davranması gerektiğini anlatır. Nicolas yine söz verir. Ama bu sefer de üvey anne onu odasında yarı baygın bulur, uyku hapı almış intihara teşebbüs etmiştir. Perişan ebeveynler onu bir psikiyatri kliniğine yatırırlar. Aradan on beş gün geçer, anne baba doktor hemşire ve Nicolas toplanırlar. Hemşire ve doktor, Nicolas’ın bir müddet daha bu klinikte tedaviye devam etmesi gerektiğini üstüne basa basa anlatırlar; bu tip vakalarda kişilerin intiharı tekrarlayacaklarını belirtirler. Nicolas, anne ve babasına iyileştiğini, her şeyin düzeldiğini, klinikte durmak istemediğini, evine yanlarına dönmek istediğini tatlı tatlı anlatır, onları ne çok özlediğini, sevdiğini söyler ve ısrar eder. Anne baba için karar vermek çok zor olur. Ama baba oğluna inanır ve eski eşiyle beraber oğullarını da yanlarına alarak eve dönerler. Her şey toz pembe gibidir. Nicolas bir duş almak için müsaade ister, banyoya geçer, işte o sırada silah sesi duyulur... Maalesef Nicolas canına kıymıştır... Gözyaşları sel olur... Florian Zeller, karakterlerin yaşantısına hükmetmeye kadar varan kaderin karanlık tarafına doğru seyircisini çekiyor. Oyun hepimizi rahatsız eden bir konuyu irdeliyor: Bir babanın ve bir evladın karşılıklı sorumluluklarını ve egolarını. Bizzat kendisi de ilgisiz bir babanın oğlu olan Pierre, kendi babasına benzememeyi takıntı haline getirmiş, iyi Baba olmak için kendini parçalıyor. Ve babasının iktidarını hangi noktada ele geçireceğini istem dışı bir iç güdü ile keşfetmiş bu Oğul her seferinde babasını, annesini boşamak ve onu yalnız bırakmakla suçlayacak ve babayı sonuna kadar istismar edecektir. Kendini kurban olarak gösteren, her hareketinde ve her sözünde bunu vurgulayan, psikolojik bozukluklarının ve depresyonunun tek sorumlusunun babası olduğunu sinsice hissettiren bu Evlat’a ilk anda duyulan empati, oyununun sonlarına doğru, korkunç acılarla kendini cezalandıran ve kendini yok etmeye giden bu gence karşı daha karışık bir duyguyla yaklaşmaya başlıyoruz. Babasına karşı, doğrudan doğruya meydan okumaktan aciz bu genç, bunu, eylemsiz bir durgunlukla, suçlayan uzun sessizliklerle, söz verip gerçekleştirmediği gayretlerle yapıyor. Zayıf ebeveynlerinin desteklerini, kayıtsız şartsız eline geçiren Oğul, anne ve babasının trajik kaderlerini de çizer. Pierre - Anne çiftinin gerçek bir aşk hikayesi olduğunu, vadedilmiş ama sonuna kadar yaşanamamış bir mutluluk vahası olduğunu; babanın kurduğu yeni hayatın çaresizce ikinci planda kalmaya mahkum olduğuna tanıklık ederiz. lefils2Genç ve yetenekli yönetmen Florian Zeller’in Anne oyunu bir Moliere ödülü, Baba oyunu üç Moliere ödülü ile taçlandırılmıştı. Oğul oyunu, bu yıl altı dalda Moliere ödüllerine aday... Bakalım nasıl sonuçlanacak? Florian Zeller, çıplak ışıklardan, aydınlık çizgilerden hoşlanmaz. O yarı karanlık loş ortamları ve dalgalarda yalpalayan hayatları tercih eder: Gerilim, elipsler, zaman sıkışmaları, insan üstü görüntüler, açıklaması olmayan mimik ve davranışlar bu hikayeyi beslemekte; kısa sahneler, hızlı ve kıvrak diyaloglar, natürel tonlamalar... Varoluşun gerçeği nerede saklanır? İnsan neyin peşinden gider? Neyin arayışındadır? Söylenemeyen acılar, yenilemeyen üzüntülerle bu oyunun konusu çok ağır ve sancılı. Ama Florian Zeller, bu oyunda, uçurumun eşiğine gelmiş, nevrotik ve problemli kişilerden hiç kimsenin sorumlu olmadığını anlatmak istiyor. İyi niyet de olsa, kimse, sonunda, kendinden başkasını kurtaramıyor ve yaşama sevincini veremiyor. Bu oyunda Zeller, acımasız, zalim ve umutsuz bir gerçekle fütursuzca yüzleşiyor. Zeller, ilk defa gerçek bir trajedi yazdı. Her ne kadar her yazdığı oyunda çok derin konularla iştigal etmiş olsa da, her zaman, en acıklı durumlarda bile bir nebze hafiflik olurdu. Bu defa, amansız ve umutsuz bir gerçeği bütün çarpıcılığıyla ele alıyor. Sürgülü kayan panolardan yapılmış olan dekor, Edouard Laug’a ait. Bu gidip gelen panolar sayesinde bir mekandan öbürüne geçilebiliyor. Bu geçişler farklı müzik esintileriyle gerçekleşiyor. Dramatik hareketi yavaşlatan sistematik bir durum, daha akıcı olabilirdi. Sahne rejisine imza atan ünlü dramaturg Ladislas Chollat, bu yavaşlayan ritmi daha iyi ayarlayabilirdi. Belki de bu soyut dekorla, varolmanın karmaşasını anlatmak istedi. Chollat çok iyi bir oyuncu kadrosu yapmış. Hepsi birbirinden bomba isimleri bir araya toplamış: Charlotte Gainsbourg ile evli olan ve sinemada yönetmen ve aktör olarak kariyer yapıp ünlenen Yvan Attal, en iyisini yapmak için uğraş veren ama kendi kırılganlıklarını da bir türlü aşamayan otoriter ama sevgi dolu, kızgın ama çaresiz Baba’yı muhteşem oynuyor. Anlaşılamamanın, çaresizliğin, yılgınlığın, öfkenin eziyetlerinden geçen bu Baba'yı çok iyi yorumluyor. Oğluyla ilişkileri çok kuvvetli ve de çok asil. Yaşadığı duygu karmaşası çok etkileyici. Suçluluk duygusuyla içi lime lime olmuş bu Baba'yı çok güzel canlandırıyor. lefils3 Yirmi yaşındaki Rod Paradot (2016 yılında La Tete Haute filminde Catherine Deneuve karşısında umut veren en iyi oyuncu Cesar ödülünü almıştı) oyunculuğuyla seyirciyi çok sarsıyor. Piyesin en karmaşık karakteri olan, enkazın eşiğindeki Oğul rolünü incelik, belirsizlik ve kurnazlıkla yorumluyor. On yedi yaşındaki Nicolas, devamlı yere bakan, tırnaklarının etlerini koparan, suskun, bıçakla vücudunda yaralar açan, kendine zarar veren, devamlı 'bilmem' diyen, mutsuzluğunu dile getirse de çaresini bulamayan, avutulması imkansız bu genç çocuğu canlandırırken seyirciye ta içten dokunuyor. Kaybettiği aşkının yasını kibarca tutan, oğlunun sorumluluğunu sonuna kadar taşımak isteyen, çaresiz ve terk edilmiş anneyi oynayan Anne Consigny, zerafeti ve ılımlılığı, özentisizliği ile göz dolduruyor. O tam bir aristokrat. Acıyla kıvransa da zarif ve narin... Genç eş rolünde Elodie Navarre’ın yapmacık ve sahte densizliği çok yerinde. Ama dürüst bir şekilde, üvey oğlunun durumundan duyduğu huzursuzluğu ve kaygıyı ortaya koyuyor. Karakterlerin hiç birinde soysuz duygular barınmıyor. Ebeveyn-evlat ilişkisi ve gençlik sancılarının işlendiği bu trajik ve çarpıcı oyun Comedie des Champs-Elysees Tiyatrosu'nda devam ediyor.