Fiziğin dehası, hümanist, e=mc2’nin babası Albert Einstein, aynı zamanda iki erkek çocuğun babasıydı; bunlardan küçük olanı, Eduard, hayatının çok büyük bir bölümünü psikiyatri kliniğinde geçirdi. Albert Einstein, bu dramın üstesinden hiçbir zaman gelemedi ve hasta oğlunun yükü altında acı çekti. Eduard, küçüklüğünde zeki, yetenekli, çok iyi piyano çalan bir gençti. Tıp tahsili yapmak istiyordu ve Freud'un büyük hayranı ve takipçisiydi. Einstein, 1903 yılında evlendiği oğullarının annesi Milena’dan 1914 yılında boşanır. Fakat Milena ile irtibatı kesmez çünkü şizofreni teşhisi konulan oğlundan haberleri eski karısı aracılığıyla alabilmektedir. Einstein, oğlunun şizofrenisinin iyileşemeyen çaresiz bir hastalık olduğunu Freud’den öğrenir ve bu durumla yüzleşse de içindeki yara hep kanamaya devam eder. Oyunun ilk sahnesinde Eduard’ın psikiyatri kliniğine yatırıldığı ilk günü görürüz. Zürih’in en ünlü kliniği Bürghözli. Yirmi iki yaşında bu kliniğe yatırılan Eduard, bu mekanda tam yirmi yıl geçirecektir. 1933 yılında, hala Berlin’de yaşamakta olan Albert Einstein, Zürih’e, oğlunu, kliniğe ziyarete gelir. Baba ile oğulun bu son karşılaşmaları olur... Anne Milena günlerini oğlunun yanında klinikte geçirmekte, onu bir an bile yalnız bırakmamaktadır. Ona bütün şefkatini, sevgisini, öz güvenini kazanması için ümit veren, onu koruyan ve iyileşmesi için elinden geleni yapan bu anne de bir fizikçi... Dedikodulara göre de izafiyet teorisinin ilham kaynağı. Ama, anne her ne kadar yanında olsa da, Eduard babası tarafından terk edilmişliğin acısını ve babasının yokluğunun boşluğunu dolduramaz ve onu affetmez. Nasyonal Sosyalist Parti’nin gün geçtikçe güçlenmesinden bunalan Albert Einstein Berlin’den ayrılmaya karar verir. Berlin’deki boğucu atmosfer, bu Yahudi entelektüel için artık yaşanamaz hale gelmiştir... Amerika’ya göç eder. Naziler, Einstein’ı geri getirebilmek için şizofren oğlunun peşine düşerler, şantajla oğlanı Almanya’ya getirmeye uğraşırlar ama İsviçre kanunlarıyla baş edemezler. Ama bu ünlü fizikçi için McCarthy Amerikası da pek güvenli değildir. FBI ajanlarının yirmi dört saat gözlediği ve takip ettiği Einstein’ın varlığı Amerikan gizli servisleri açısından pek makbul değildir: En yakın dostu olan Charlie Chaplin gibi o da muhakkak ki koyu bir komünisttir. Karl Marx’ın sempatizanı, zencilerin eşitliği için çabalayan, savaş karşıtı, barış yanlısı ve Rosenberglerin en büyük destekçisi Albert Einstein’ın Amerika yılları toz pembe geçmez. Bir yandan, Almanya’dan dostlarından aldığı mektuplardan Nazi rejiminin dehşet verici olaylarının haberleriyle sarsılırken, bir yandan da içini kemiren, bir dostundan başka kimseyle paylaşamadığı büyük derdi, kapanmayan yarası olan Eduard’ın iyileşmesi mümkün olmayacak hastalığı karşısındaki çaresizliği. Sahne ikiye bölünmüş: Sahnenin bir yarısında önce Berlin’deki çalışma odası, sonrasında Princeton’a sığınan, Bolşevik sempatizanı olarak şüpheli görülen Einstein’ın odası var. FBI ajanının (Jean Baptiste Marcenac) sık sık Einstein’ı ziyaret ettiği bu odada aynı zamana Einstein’ın Amerikalı sekreteri (Amelie Manet) de var. Bir zaman sonra FBI ajanı ile sekreter arasında flört başlar. Sahnenin diğer yarısında ise Eduard’ın kırgınlığını, babasının ilgisizliği karşısındaki kızgınlığını, günden güne yükseltilen dozlarla verilen ilaçlara sert tepkisini, zamanla elektroşokların etkisiyle konuşma yetisindeki değişiklikleri, doktorunun annesinin ölümünü ona haber verdiği andaki acısını, isyanını, yalnızlığını kabullenememesini, uzun bir zaman annesi ölmemiş gibi davranmasını, son umut ışığının yok olup söndüğünü, bu yokluğa başkaldırmasını ama ilaçlarla nasıl sakinleştirildiğini ve klinikteki bahçıvan görevine devam etmesini izliyoruz. Einstein’ın odasındaki sahneden Avrupa’da savaşın bittiğine... Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalarla Amerika’nın zafer kutlamalarına, Amerikalıların Einstein’a yaptıkları övgülere tanıklık ederiz... Atom bombasının formülünü Amerika’ya Einstein vermiştir... Barış yanlısı, savaş karşıtı, Nobel ödüllü bu militan, formülünü bulduğu bu bomba ile yüz binlerce masumun yok olmasına sebep olmuş ve bu üzüntü onu yıkmış ve kahretmiştir. Son bir kere oğlunu Zürih’e kliniğe görmeye gitmeyi planladığı esnada bir kalp krizi geçirir ve yaşama veda eder. 1965 yılında psikiyatri kliniğinde ölen Eduard’a, babasının ölüm haberini yine doktoru (Pierre Benezit) verir; kliniğin bahçesindeki bankta otururlarken, doktor, babasının kalp krizinden öldüğünü açıklar, “Onu hatırlamıyorum bile” diyen Eduard’a, doktor cebinden çıkardığı bir fotoğrafı uzatır... 1933 yılında babası oğlunu kliniğe ziyarete geldiği gün çekilmiş bir fotoğraf... Ve doktor artık kırk iki yaşına gelmiş olan Eduard’a “Babanız sizi çok seviyordu ve o gün çok üzgündü” der... Eduard “Seviyordu... Üzgündü...” sözcüklerini defalarca dokunaklı bir şekilde tekrarlarken sahne kararır. Laurent Seksik’in yazdığı bu oyunu Stephanie Fagadau sahneye koydu. Ünlü fizikçiyi Michel Jonasz, genç hasta oğlunu Hugo Becker ve anneyi Josiane Stoleru oynamaktalar. Hugo Becker’in oyunculuğu çok çok etkileyici; karakterini yorumlarken seyirciyi kendine hayran ediyor. Olağanüstü bir oyunculukla deliliğinde çok inandırıcı ve dokunaklı. Samimi, gerçek ve duygu yüklü. Bu genç yetenek tiyatroya yeni bir soluk getirecek... Öyle doğal ki. Oyun boyunca gözlerimi ondan alamadım. Her bir duygusunu en ince detayına kadar seyircisine geçirebildi. “Babamdan dolayı hukuken bir kimliğim var, yoksa dünyada ikinci bir Einstein’a yer yok” cümlesi çok yakıcıydı. Hele “Çağın en dahi fizikçisinin oğlu olmanın, bana hiç bir faydası olmadı” cümlesi çok dokunaklıydı. Beyaz saçları, beyaz bıyıkları ve dört dörtlük makyajı ile Michel Jonasz, Albert Einstein’a çok benzemiş; rolünde çok inandırıcı, hümanist yanını çok iyi vurgulamış. Laurent Seksik yaşanmış bir hayat hikayesini anlatırken otuzlu yıllar Avrupasını, Nazizmin yükselişini, Hitler’i, Almanya’nın yenilgisini, FBI ile işbirliğinde olan McCarthy’yi, Amerika’nın atom bombasını kullanmasını, hümanist Einstein’ın çaresizliğini çok güzel aktarmış. Antoine Malaquias’ın tasarladığı dekor çok yalın ve sade: Bir tarafta demirden hastane yatağı; diğer tarafta baba Einstein’ın kütüphane ve bürosu ve sahne arkasında arada bir gözüken ağaç pano (yaşamın, enerjinin, özgürlüğe yolculuğun sembolü). İnce, siyah bir tülün gerisinde bir yaşam paramparça oluyor; insülin ve elektroşoklarla bizim gözlerimizin önünde yok oluyor. Stephanie Fagadau’nun zekice kurduğu reji sayesinde, iki hikayeyi paralel bir şekilde izleyebiliyoruz ve oyun bu sayede çok akıcı bir hale gelmiş. Bir dünyadan öbürüne geçerken kesinti olmuyor. Ve Romain Trouillet’in büyülü müzik rejisi ile acılardan kaçış, özgürlüğe kanat çırpış ve Eduard’ın parçalanmış duygularını duygusal tınılarla içimize çekiyoruz. Çok ünlü entelektüellerin de zafiyet anları vardır ve de deha ve duyguların bağlamı da izafidir. “Oğlum, çözümü mümkün olmayan tek problem olarak var.” Oğlunun deliliği karşısında bu babanın acizliği ve çaresizliği. Dünyanın en ünlü adamının bilinmeyen acılı yüzü... Yürek burkan dramı. Comedie des Champs-Elysees Tiyatrosu’nda, tek perde izlediğim bu acıklı oyun bir aile dramı. Einstein’ın dehası ile sıradan babalığının birbirine geçmesi.