Türkiye, 41 milyar TL’lik servetine rağmen “Geçinemediğini” söyleyen Ali Sabancı’nın sözlerini konuşuyor.
Eleştiren çok.
Alaya alan da var.
Ama o cümlenin bu kadar büyümesinin bir nedeni var.
Çünkü söylediği şey, ironik biçimde çok tanıdık.
Bu ülkede ilk kez herkes aynı cümlede buluşmuş durumda.
Aynı kelimeleri kullanmıyor olabilirler ama his aynı.
Duygu aynı.
Kayıp aynı.
Ayda 16 bin 881 TL’lik emekli maaşı alan da, Türkiye’nin en zenginlerinden biri de aynı yerden konuşuyor artık: Eskisi gibi yaşayamıyorum.
Birleştiğimiz yer ne siyasi ne de sınıfsal.
Birleştiğimiz duygu çok daha derin ve çok daha yaygın: Herkes kendi ölçüsünde fakirleşti.
Kimisi “geçinemiyorum” derken kirasını kastediyor.
Kimisi çocuğunun okul masrafını.
Kimisi ay sonunu.
Kimisi ise alıştığı hayatı sürdürememeyi.
Kiminin arabasını değiştirme ihtimali gitti.
Kiminin ay sonunu getirme ihtimali.
Biri kırmızı etten vazgeçiyor.
Biri tatilden.
Biri özel okuldan.
Biri arabasını yenilemekten.
Biri hafta sonu dışarıda yemek yemekten.
Biri geleceğe dair hayal kurmaktan.
Liste uzuyor ama sonuç değişmiyor: Herkes bir şeylerden vazgeçiyor.
Herkes kendi ölçeğinde fakirleşiyor.
En tehlikelisi de belki tam olarak bu.
Çünkü bu sadece maddi bir kayıp değil.
Bu, hayallerin küçülmesi.
Beklentilerin törpülenmesi.
Hayatın adım adım daralması.
Eskinin “geçinmek” denen kavramının içi tamamen boşaldı.
Çünkü o zamanlar geçinmek, sadece hayatta kalmak değildi.
Sadece karnını doyurmak değildi.
Geçinmek bir hayat standardıydı.
Bir beklentiydi.
Bir güven duygusuydu.
O güven gitti.
Eskiden insanlar “geçinemiyorum” demeye çekinirdi.
Ayıp sayılırdı.
Utançtı.
Şimdi sokakta mikrofon uzatılan herkes, kredi kartı borcunu kalem kalem sayıyor.
İnsanlar hesap yapmaktan yoruldu.
“Şuna da gücüm yetmiyor” demekten bezdi.
Ayın kaçında maaş biter, hangi fatura ertelenir, hangi ihtiyaç ötelenir...
Hayat bir muhasebe tablosuna dönüştü.
Kimse zengin olmak istemiyor artık.
İnsanlar sadece geri düşmemek istiyor.
Bir basamak aşağı inmeyeyim istiyor.
Bir alışkanlığı daha kaybetmeyeyim istiyor.
“Buna da veda etmeyeyim” diye tutunuyor.
Bugün ülkede herkes başka bir şey kaybetmiş gibi görünüyor ama aslında buluştuğumuz ortak payda tek.
Hepimizin kaybettiği şey aynı: Alıştığımız hayat.
Ve belki de bu yüzden bu cümle bu kadar yankılandı.
Çünkü bu ülkede ilk kez, farklı cüzdanlara sahip milyonlar aynı duyguda birleşti:
Kaybetme korkusu.
Bu korku enflasyondan hızlı yayılıyor.
Faizden, kurdan, resmi rakamlardan daha güçlü.
O yüzden mesele sadece bir servet meselesi değil.
Bu, bir ülkenin ruh hali.
Vicdanı emoji ile rahatlatma
TDK 300 bin kişinin oyu ile yılın kelimesi/kavramını seçti: Dijital vicdan.
Şaşırtıcı değil.
Zaten bir süredir vicdanımızın sesi değil, bildirimi var.
Bir felaket oluyor.
Bir adaletsizlik yaşanıyor.
Bir çocuk, bir kadın, bir işçi hayatını kaybediyor.
Ekranımıza bildirim düşüyor.
Kızgın suratlı ya da ağlayan bir emoji bırakıyoruz.
Siyah-beyaz bir story paylaşıyoruz.
Bir cümle yazıyoruz: Yine mi?
Ya da Albert Camus’nün o meşhur sözünü: Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın...
Ve içimiz rahatlıyor.
Vicdanımız görevini yapmış gibi hissediyoruz.
Çünkü gördük, paylaştık, yazdık.
Ama sonra telefonu ters çeviriyoruz.
Hayat kaldığı yerden devam ediyor.
Aynı sofraya oturuyoruz.
Aynı alışkanlıklarla.
Gülmeye, yaşamaya, eğlenmeye devam ediyoruz.
Halbuki eskiden vicdan ağır bir şeydi.
İnsanı rahatsız ederdi, uykusuz bırakırdı.
Şimdi hafif. Taşınabilir. Cep dostu.
Bir emojiyle rahatlıyor.
Ama işin daha rahatsız edici bir boyutu var.
Bu dijital vicdan çağında, bir de klavye silahşörleri türedi.
Her şeye öfkeleniyorlar.
Herkesi eleştiriyorlar.
Ama sadece ekranda.
Sokakta yoklar.
Yan yana gelince suskunlar.
Bedel gerektiren yerde kayıplar.
Ve en tehlikelisi şu: Paylaşmayanı suçluyorlar.
Sessiz kalanları “duyarsız” ilan ediyorlar.
Bağırmayanı korkak, etiketlemeyeni suç ortağı sayıyorlar.
Oysa herkesin vicdanı gürültülü olmak zorunda değil.
Bazıları bağırmaz, ama dertlenir.
Bazıları paylaşmaz, ama uykusu kaçar.
Bazıları tweet atmaz, ama hayatını buna göre kurar.
Ülkenin derdiyle gerçekten dertlenen çok insan var.
Ekranda görünmeyen, tweet atmayan, alkış beklemeyen...
Ama bu çağda sessizlik şüpheli sayılıyor.
Bağırmayan yok hükmünde.
Vicdan, artık bir performansa dönüştü.
Ne kadar paylaştığın, ne kadar öfkelendiğin, ne kadar sert yazdığın ölçülüyor.
Ama gerçek hayatta ne yaptığın sorulmuyor.
Oysa vicdan ne bir gösteri alanı ne de yarış.
En çok bağıranın en haklı olduğu bir alan da değildir.
Belki de bu yüzden asıl soruyu artık kendimize sormamız gerekiyor:
Paylaştıklarımız mı bizi iyi yapıyor, yoksa paylaşmadan yükünü taşıdıklarımız mı?