Milletimiz iki kümede toplanabilir. Birinci kümeyi teşkil edenler Hz. Muhammed’in, ümmetinin başında olduğu seneleri (610-632), ikinci kümeyi oluşturanlar ise Atatürk’ün ülkeyi yönettiği yılları (1923-1938) “asr-ı saadet” olarak kabul eder. Bu kabuller nesnel değil özneldir. Gerçekte her iki devirde de çok acılar çekilmiştir. Savaşlar ve isyanlar çıkmış; bunlar kanlı bir şekilde kazanılmış veya bastırılmıştır. Böylesi zamanlar herkes için elem vericidir. Ama özellikle, Hz. Muhammed’in veya Atatürk’ün dünya görüşünü paylaşmayanlar için bu dönemler herhâlde birer “devr-i felaket” tir. Bu girişi yapmanın sebebi son zamanlarda toplumumuzun laik kesimine hâkim olan kötümserliğin “mutlak” değil “izafi” bir gerçek olduğunu vurgulamaktır. Ülkemizin, iktidarın tutumundan doğan başta “adaletsizlik” olmak üzere ciddi sorunları vardır. Umuluyor ki; iktidar değişince bunlar ortadan kalkacaktır. Kalkmayabilir, sadece roller değişebilir. 27 Mayıs 1960 ile 12 Eylül 1980 askeri darbeleri de “durduk yerde” yapılmamıştır. Kavga bitsin, devlet adaletle yönetilsin, bir daha darbe olmasın diye anayasalar yapılmıştır. Ama 15 Temmuz 2016’da yeni tür bir darbe girişimine engel olunamamıştır. Demek ki sorun metinlerde değil zihniyettedir.

BAZAN CANAN CANDAN KIYMETLİDİR

Osmanlı zamanından kalma “Can Allah’ın, mülk sultanındır” diye bir deyiş vardır. Bu, mülküne güvenip ona dik başlılık etme, sultan isterse onu elinden alır demektir. Bir sultanın veya diktatörün, kendisine biat veya itaat etmeyeni diz çöktürmek için kullanacağı en etkili yöntem, onu maaşsız/gelirsiz bırakmak ve mal varlığına el koymaktır. Sultana karşı çıkan kişi, özellikle bir baba ise, en ağır şekilde cezalandırılmayı hatta idam edilmeyi göze alabilir. Ama ardında, parasız pulsuz kalmış, oturduğu evden zorla kapı dışarı edilmiş ve namerde muhtaç hale gelmiş çoluk-çocuk bırakmayı göze alamaz. Özgüvenin ve özgürlüğün teminatı, mülkiyettir. Tapuyu deldirmemek denen ilkenin hikmeti budur. Hür teşebbüs sistemi, servet veya gelir dağılımı eşitsizliklerine sebep olabilir. Ama emekçilere “geçimini sağlamak” için devlet kapısına gitmek mecburiyetinde olmama özgürlüğü de verir. Muhalif kişi, isterse esnaf olur, isterse özel bir firmada işe girer. Tek işverenin devlet olduğu sosyalist sistemde kişi bunu yapamaz. Fikren, dinen veya siyaseten özgür olamaz.

KAYYUMLAR VE DEVLETÇİLİK

Hırsızlıkla, irtikapla, yolsuzlukla, nüfuz suistimaliyle, kaçakçılıkla ve diğer yasa dışı yollarla edinilmiş mal ve mülke “yargı kararı kesinleşince” devletin el koyması, hukukun ve sosyal adaletin gereğidir. Burası çok hassas bir konudur. İhtiyaten diye tüm katil zanlılarını idam etmek nasıl hukuka sığmazsa, ulu orta henüz hiçbir şey kanıtlanmadan sanıkların mal ve mülklerine el koymak veya şirketlerine kayyum atamak da o derece sakıncalıdır. Bu kabil kararlar toplumunun her kesiminde güvensizlik yaratır. Yerli ve yabancı sermayeyi ürkütür. Borsayı hasta eder. Girişimcilerin yatırım iştahını kaçırır. Yönetimine kayyum atanmış şirketler pratik olarak devletleştirilmiş hatta daha kötüsü “partilileşmiş” olabilir. Görevi, patronların firmanın içini boşaltmasını engellemek olan kayyumdan basiretli bir iş adamlığı beklenemez. Daha kötüsü, kârlılığı gözetme tasası olmayan kayyum, personel alıp çıkarmada, satın alma veya satış fiyatı belirlemede başka emellere hizmet edebilir.

SON SÖZ: Mülkiyet, hürriyetin teminatıdır.