Öcalan’ın özeleştiri yaparak PKK’ya silah bırakma çağrısı yapması iyi bir şeydir. Ancak bu iyi şey, sadece durum saptaması olarak iyidir. Arkasından neler geleceği düşünüldüğünde ise bu iyiliğin bazı kötülüklere gebe olduğunu görmeden geçemeyiz.

Öncelikle belirtelim ki Öcalan, “Tüm gruplar silah bırakmalı ve PKK kendini feshetmeli” diyerek açıkça PKK’ya çağrı yaparken, örtük olarak TSK’yı kastetmektedir. PYD’ye bir çağrısı var mı, yok mu; belli değildir. Olmadığı sonucunu Mazlum Abdi’nin çağrıyı kendi üstüne almamasından anlayabiliriz.

PKK’nın silah bırakmasına ilişkin kararını yakında vereceğini bekleyenlerdenim. Bunun iki nedeni var. Birincisi PKK stratejik önceliğini uzun zamandır Suriye’ye kaydırdı. Bu yüzden stratejik önceliğini koruyacaktır. İkincisi Öcalan’ın çağrısına kadar geçen süreçte bütün bu metin vb. düzenlemeler karşılıklı görüşerek esasa başlanmıştır. Ancak yine de içinde risk barındırmaktadır zira kararı tanımayan küçük grupların çıkması olasıdır. Irak’ın kuzeyinde PKK’nın kararı öncesinde ve sonrasında örgüt içinde hesaplaşmalar yaşanmasına tanıklık edebiliriz.

Meselenin özü Suriye ile ilgilidir.

Devlet Bahçeli’nin yola çıkış maksadının Suriye’de ortaya çıkması olası duruma (Bahçeli’nin açıklaması Ekim 2024, HTŞ’nin iktidarı ele geçirişi Aralık 2024) çare olarak yaptığı önerinin tam olarak amacı sağlamayacağı anlamını çıkarmak yanlış olmaz.

Çağrı metni bir yana, Sırrı Süreyya Önder’in metin dışı olarak paylaştığı Öcalan’ın, “Demokratik siyaset ve hukuki boyut tanınmalı” notu, heybedeki büyük turpa işaret ediyor.

Bu not, “yasal düzenlemeler için sıra sizde” hatırlatmasıdır.

Onlar neler olabilir? Elbette anayasa değişikliklerini ya da yeni anayasa yapımını içeriyor… Affı içeriyor. Yeni kimlik tanımını içeriyor. Ana dil olarak Kürtçeye yasallık kazandırılmasını içeriyor…

Nitekim Binali Yıldırım’ın yeni anayasaya ilişkin yaptığı konuşmada, “vatandaşlık tanımında güncelleme yapılabileceği” vurgusu, AKP’nin konuya yaklaşımına ışık tutmaktadır. Yıldırım’ın bu açıklamasında “Türk” tanımını etnik kökenden ibaret olarak gören yaklaşımı, tarihi bilgi ve birikimden yoksunluğuna işaret ediyor. 1924 Anayasasının vatandaşlık tanımında, “Ahali ırk ve din ayrımı gözetilmeksizin vatandaşlık bağı itibariyle Türk kabul edilir” yazmaktadır. Türk bir etnik köken değil, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ortak kimliğidir. Etnik kimlik olan Türk değil, olsa olsa Türkmen’dir. Nitekim Atatürk, “Türkiye cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diye yazmak suretiyle hem milletin adını hem de vatandaşın ortak kimliğini net bir şekilde ortaya koymuştur. CB Erdoğan’ın nutuklarında sıkça kullandığı “Benim Türküm, benim Kürdüm, benim Lazım vb.” ifadesi baştan aşağı sorunludur.

Türkiye bir ulus devlettir. Osmanlının çok etnikli kimlik yapısını içinde barındırmaktadır. Milletin adı Türk milleti, vatandaşın ismi Türk’tür. Bu, kimsenin etnik kimliğini inkâr etmek demek değildir. Dilini yok saymak demek değildir. Ancak kabul etmek gerekir ki ülke bazı dönemlerde bir ulus devlet gibi yönetilmemiş ve bundan dolayı bazı sorunlar yaşanmıştır. Bunu aşmanın yolu vatandaşlık tanımını değiştirmek değildir. Ortak kimlik olarak Türk’ü korurken arzu edenlerin kimlik kartına ait olduğu etnik grubun adı köken hanesi açılarak yazdırmaları imkânı sunulabilir. Türkçe resmi dil olmak kaydıyla anne dilleri okullarda ikincil dil/seçmeli dil olarak okutulabilir. Bunun dışında her türlü yasal düzenlemeye dayalı kimlik tanımlaması ülkeyi karmaşaya sürükleyecek potansiyele sahiptir.

Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un süreci değerlendirmek için kullandığı, “kimlik sorunu kalmadı” ifadesi aşırı iyimser ya da sürecin yürümesini arzulayan maksatlı bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Olmasını arzu ettiğimiz şeyleri olacak şeyler olarak görmek tehlikeli bir yaklaşımdır.

Siyasi partiler kendi vizyon ve beklentileri açısından çağrıyı değerlendirdiler. Genel olarak bu değerlendirmeler ihtiyatlı bir iyimserliği yansıtıyor. İYİ Parti ve Zafer Partisi kesin bir karşı tavır koydular. Ümit Özdağ’ın neden tutuklandığı da daha iyi anlaşılmış oldu.

Öcalan’ın metninde yer alan “Demokratik uzlaşma temel yöntemdir” ifadesi ise tam bir garabeti ifade etmektedir. Kendisinin yakalandığı 16 Şubat 1999’dan sonra yapılan 2002 seçimleri sonucu iktidara gelen AKP’nin bırakalım demokrasiyi hukuk devletini bile sakatladığı bir ortamda; demokrasiden ancak on binlerce asker-polis-sivilin kanı ellerine bulaşmış bir terör örgütünün başı, kendi kişisel konfor kaygılarıyla demokratik uzlaşmadan bahsedebilir. Demokrasi, ülke için bir idealdi; artık AKP yüzünden bir hayale dönüşmüştür!   Bir ucunda Öcalan diğer ucunda Erdoğan’ın olduğu isimsiz açılımdan demokrasi çıkmaz! Sürece damgasını vuracak olan yaklaşım, birincisinin konfor arayışı, ikincisinin koltuğu koruma sevdasıdır. Ülkeye hayırlı bir sonuç çıkması olasılığı yok demek yanlış olmaz. 

Ancak doğru tutum, her türlü önyargıdan arınarak meseleyi ele almak ve çağrıyı olumlu-olumsuz olarak baştan değerlendirmek yerine yolda nasıl yürüneceğine bakmaktır.

Adamın biri yaya olarak bir köye gidiyormuş. Yolculuğun ne kadar süreceğini bilemediği için, yanından geçtiği tarlada çalışan köylüye seslenmiş ve köye ne kadar sürede gidebileceğini sormuş. Köylü oralı olmamış. Adam soruyu tekrar etmiş. Köylüden yine yanıt yok. Üçüncü soruya da cevap alamayınca biraz da kızarak, söylenerek yoluna devam etmiş. Aradan birkaç dakika geçince köylü adama seslenmiş: “Bir saatte gidersin.” Adam kızgın bir şekilde, geriye dönüp, üç defa sordum suskun kaldın, neden şimdi cevap veriyorsun deyince; köylü noktayı koymuş: “Ben senin nasıl yürüdüğünü bilmiyordum ki, artık biliyorum!

Her ne kadar kimin nasıl yol yürüdüğünü bilsek de, yapılanlara, eski yolda yeni yürüyüşlerine bakacağız. Güzel sözlere değil, eyleme bakacağız…