1940’larda, Türkiye’de nüfusun yüzde 81’i köyde yaşıyordu.

1935’te, okuma yazma oranı erkeklerde yüzde 23.3, kadınlarda yüzde 8.2 idi.

60 bin kırsal yerleşim biriminin, 31 bininde okul yoktu.

★★★

1936’da, askerliğini çavuş veya onbaşı olarak yapanlardan, okur-yazar, yetenekli gençler seçilirdi.

Bu gençler, altı aylık kurstan sonra, okulsuz köylere “eğitmen” olarak gönderilirlerdi.

★★★

Atatürk hayatta iken 1937’de, “Köy Eğitmenleri Kanunu” çıkarıldı. 

1939’da, üç yıllık “Köy Öğretmen Okulları” açıldı.

★★★

İkinci Dünya Savaşı’nın ağır koşulları hüküm sürüyordu.

İsmet İnönü, İlköğretim seferberliği başlattı.

★★★

17 Nisan 1940...

İki efsane...

Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un üstün çabalarıyla, Köy Enstitüleri kuruldu.

★★★

Her köy Enstitüsü’nün tarlası, bağı, arı kovanları, besi hayvanları, atölyeleri vardı.

İş içinde eğitim ilkesi benimsenirdi.

★★★

Piyano, keman, mandolin gibi müzik aletleri kursları vardı.

Âşık Veysel, Ruhi Su gibi ozanlar halk müziği dersi veriyordu.

Öğrenciler, voleybol, futbol, tenis oynarlardı.

★★★

Bahçeleri, heykellerle süslüydü.

Tiyatro, sinema salonları vardı.

Diploma için, en az 150 klasik okunurdu.

★★★

Hedef, elektriksiz köyün, susuz toprağın, eğitilmemiş köylünün kalmamasıydı. 

Böylece, Atatürk’ün çağdaş uygarlık düzeyi hedefine ulaşılacaktı.

★★★

1940-1954 yılları arasında, 21 Köy Enstitüsü eğitim verdi.

1954’e kadar, 25 bin Enstitülü öğretmen yetiştirildi.

Fakir Baykurt, Talip Apaydın gibi ünlü yazarlar çıktı.

★★★

Eğitimde ve kültürde tam bağımsızlık ilkesi esas alınıyordu.

Akıl ve bilim ışığında, laik, evrensel nitelikte, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür gençler yetiştiriliyordu.

★★★

Köy Enstitü marşında;

“Biz ulusal varlığın temeliyiz köküyüz. Biz yurdun öz sahibi efendisi köylüyüz” diyen köy çocukları, birer yıldız ve umuttu...

★★★

Anlayacağınız, tam bir aydınlanma devrimi...

Kutup yıldızı...

★★★

Köy Enstitüleri’nin sonraki aşaması, köylerde “Toprak Reformu” ile “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu”nuydu.

Atatürk’ün gerçekleştiremediği, en önemli projeydi...

İsmet İnönü, bu proje için yasa çıkarmak isteyince kıyamet koptu.

★★★

Anadolu topraklarının yüzde 70’ini elinde bulunduran toprak ağaları...

Kazançları ellerinden alınan din tüccarları...

İkinci Dünya Savaşı sonunda iktidarın ABD yönünde yer alması, aydınlanma meşalesinin sonunu getirdi.

★★★

En büyük toprak ağlarından biri, CHP Milletvekili Adnan Menderes’ti...

★★★

27 Ocak 1954...

Başbakan Adnan Menderes’tir...

Köy Enstitüleri kapatıldı.

Atatürk’ün özlem duyduğu o aydınlık meşale, tam yanmadan söndürüldü.

★★★

Bölgede aşiret ağası olan ve Adalet Partisinde milletvekilliği yapan toprak ağası Kinyas Kartal, yıllar sonra Köy Enstitüleri için şu itirafta bulunur:

“Köy enstitüleri kesinlikle komünist uygulama değildi...

Köy enstitüleri, bizim devlet üzerindeki gücümüzü kaldırmaya yönelikti...

Benim Van yöresinde 258 köyüm var. Bunlar devletten çok bana bağlıdırlar.

Ben ne dersem onu yaparlar. Ama köylere öğretmenler gidince, benim gücümden başka güçler olduğunu öğrendiler.

Demokrat Parti ile pazarlığa girdik, kapattık.”

★★★

Köy Enstitüleri projesinin sahibi İsmail Hakkı Tonguç, Köy Enstitüleri kapatıldığında, Türkiye üzerinde oynanan oyunu özetler:

“Demokrasinin iki çeşidi vardır. Biri, zor ve gerçek olanıdır. Öbürü kolayı, oyun olanıdır.

Topraksızı topraklandırmadan, işçiyi sağlama almadan, halkı esaslı eğitmeden, olmaz.

Birincisi, köklü değişim ister, zordur ama gerçek demokrasidir. İkincisi, sandık demokrasisidir.

Okuma yazma bilsin bilmesin, toprağı, işi olsun olmasın, demagojiyle serseme çevrilen halk, elindeki kâğıdı sandığa atar, böylece, kendi kendini yönetmiş sayılır.

Bu, oyundur, kolaydır. Amerika bu demokrasiyi yayıyor. Biz de maalesef demokrasinin kolayını seçtik.

Çok şeyler göreceğiz daha.”

★★★

Evet, Türkiye, geriye gidiş yolculuğunda o kadar çok şey gördü ki...

★★★

Köy Enstitüleri olsaydı, Narin cinayetleri olmazdı.

Ve Türkiye, böyle bir karanlığa, Afganistan’a doğru sürüklenmezdi.

★★★

Köy Enstitüleri kapatılmasaydı, Türkiye Finlandiya düzeyinde olurdu.

★★★

Asıl gerçeğe gelelim...

İstanbul 16 Mart 1920’de resmen işgal edildiğinde, Rauf Orbay başkanlığında bir heyet Padişah Vahdettin’i ziyaret eder.

Vahdettin heyete:

“Bir millet var koyun sürüsü ona bir çoban lazım, O da benim” demişti.

Atatürk ise;

“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyerek, Vahdettin’in “koyun” dediği kulu “değerli birey” yaptı.

★★★

İşte, durum tam da budur...

“Koyun” olmakla, “değerli birey” olmak arasındaki farktır...

★★★

Çok değerli kardeşim...

İnsan, çok merak ediyor haliyle...

Neden öyle bir tercih yaptığını...