Sevgili okuyucularım, kutsal ramazan ayı başladı. İnsanlar bir ay boyunca sahura kalkacak, oruç tutacak ve iftar açacak.
Bazıları gerçekten oruç tutacak...
Bazıları ise oruçlu gibi görünmek zorunda kalacak...
Türkiye’de belli kurumlar vardır ki oralarda çalışanlar oruç tutmak zorundadır. Aksi halde başlarına iş açılır.
Bunların başında Emniyet gelir.
Göz önünde olan hiçbir polis ve müdür oruç tutmadığını belli edemez. Aksi takdirde aforoz edilir.
Bir çeşit mahalle baskısıdır.
Ancak kıyıda köşede, örneğin polis noktalarında görevli olanlar, istedikleri takdirde çaktırmadan yemek yiyip sigara içebilir.
Kamu kurumlarındaki neredeyse bütün yemekhaneler ramazan ayı boyunca tadilata alınır!
Aslında tadilat falan yapıldığı yoktur, önemli olan ramazan bahanesiyle personelin öğle yemeği yemesine yasak getirilmesidir.
Çay ocakları bile kapatılır, çalışanlara din baskısı uygulanır.
* * *
Her belediye ramazan ayı boyunca iftar çadırları kurma yarışına girer. Çıkarılan yemekler genelde çok basittir:
Kuru fasulye, pilav, hoşaf...
Nohut, pilav, ayran...
Bazen çorba.
İftar çadırları önünde her akşam on binlerce kişi kuyruğa girer, tepsisini alan yemek kapma yarışına başlar.
Bu yıl ramazan yine yaz aylarına denk geldi ve iftar geç saatlerde...
İftar çadırlarından genelde beleşçiler ve oruçlu olmayanlar yararlanır, saatleri denk geliyorsa bir ay boyunca hiç değilse akşamları karınları
iyi kötü doyar.
* * *
Ancak asıl iftarlar bu çadırlarda değil, beş yıldızlı otellerde verilenlerdir.
Hükümet erkanı ve devleti yönetenler iftarlarını bu süper lüks yerlerde açar.
O sofralar da yüzde yüz beleştir.
Ya partiler, ya da para babası zengin kesim tarafından beş yıldızlı otellerde ve restoranlarda düzenlenmiştir.
Bu görkemli sofralar daha önceden basına el altından duyurulur...
“Sayın cumhurbaşkanımız, sayın başbakanımız vesaire şu gün falanca yerde iftarımıza teşrif edeceklerdir. Kamera gönderilmesi ricasıyla!..”
Haberi ertesi gün yandaş gazetelerde ve yandaş kanallarda izlersiniz.
Yemekler kameraya alınmaz, halktan gizlenir...
O sofralarda eksik olan sadece kuş sütüdür.
Tıka basa yenilir, karınlar güzelce doyurulur.
Fakir fukara kuru fasulye pilava talim ederken, kuyruğa girip soğumuş ve yağları donmuş yemekleri kapışırken, egemenlerin sofrası işte böyle kurulur...
Ve o sofralarda her seferinde siyaset yapılır, taktikler alınır, taktikler verilir.
Ramazan bahanedir.
* * *
O sofralara çökenlerin yarısı oruçlu ise hiç kuşkunuz olmasın ki yarısı da oruçsuzdur...
Ama oruç tutuyor görünmek zorundadır...
Zira mahalle baskısıyla birlikte siyaset baskısı da öyle gerektirir.
Ramazan ayı boyunca oruç tutan inanmış insanlara, müminlere büyük saygım var. Bu sıcakta saatler boyunca Allah’ın emri doğrultusunda aç susuz kalabilmek gerçekten çok önemli.
Benim tiksindiklerim, oruç tutmadığı halde oruçlu görünen, insanlara baskı yapan, oruçsuzlara saldıran üç kağıtçılardır.
Dindarlara saygı duyuyorum, dincilerden nefret ediyorum.
* * *
Türkiye’de ve bütün İslam aleminde din ticareti ve din sömürüsü, kazancı ve getirisi en yüksek olan sektördür.
Özellikle sağ partilerin siyasetçileri ve örgüt yöneticileri bu sektörü sürekli gıdıklayıp maddi ve manevi rant elde etme çabasına girer.
Bu akıl almaz sömürü sektörünün nasıl çalıştığını
7 Haziran seçimleri öncesinde defalarca gördük.
Bir yanda kürsüye her çıktığında sözlerine besmele çekerek başlayanlar, sürekli Allah’tan, dinden imandan, Müslümanlık’tan söz edenler...
Öte yanda ise yandaşlarının hırsızlığına, rüşvetine, yolsuzluğuna göz yuman, kul hakkı yediren, sonuçta fakir fukaradan oy isteyen aynı kimseler...
Elindeki Kürtçe Kuran’ı kalabalığa sallayanlar...
Göz göre göre yalanlar söyleyip halkı kandıranlar...
Bunlar kampanya boyunca “Müslümanlığı”, kutsal dinimizi pazarladılar ama sonunda nasihat aldılar.
Seçim ramazana denk gelseydi ne olurdu?
Din ticaretinin hızlanmasıyla AKP oy artışı sağlar mıydı?
Şansımız varmış, ramazan öncesine denk geldi!..
İki haftayla kazandık!