ANALİZ

Cemaatin dinci faşist darbe kalkışmasının yaşandığı andan itibaren içimizde
hep bir kuşku vardı.
Bu darbe hiçbir mantığı olmayan bir kalkışmaydı.
Daha ilk andan dinci faşist cemaatin buna kalkıştığının anlaşılmasına rağmen “gerekçesi” ve “hedefi” hakkında elimizde en küçük bir bilgi bile yok.
Darbeden sonraki günlerde ulaşabildiğimiz bilgilere göre bu kalkışma gündüz saatlerinde başlamış, MİT-Genelkurmay ve istihbarat teşkilatları arasında gidip gelmeler olmuş, askerin kışlasından çıkmaması için bazı önlemler alınmıştı.
Buna rağmen küçük bir grup sokağa çıkmış, Boğaz Köprüsü ile Ankara ve İstanbul’un bazı noktaları tanklar tarafından tutulmuştu.
Bütün medya organları canlı yayınlar yaparken sadece 17 askerle girilen TRT’den “ne olduğu” anlaşılamayan bir bildiri okunmuştu. Bu bildiride ne Cumhurbaşkanı ne de hükümet üyeleri ile ilgili tek satır bilgi bile yoktu. O olmadığı gibi iktidarın akıbeti hakkında da elde hiçbir bilgi bulunmuyordu.
Gece yarısında Cumhurbaşkanı telefonla CNN Türk’e bağlandı, halkı sokağa çağırdı, darbe fiilen bitti.
Peki, ne olmuştu?
Kişisel kanaatim, bize ulaşan bilgi kırıntılarından edindiğim izlenim, darbenin henüz gündüz saatlerinde fark edildiği, gerekli önlemlerin alındığı ve bastırıldığı, buna karşı “halka anlatılmasındaki” zorluk düşünülerek küçük bir grubun sahaya çıkmasına izin verildiği, böylelikle darbenin hem açığa çıkarıldığı hem de Cumhurbaşkanı ve halk tarafından bastırılmış gibi gösterildiği yönündeydi.
Bu görüşlerimi daha önce bu köşede yazdığım gibi geçen hafta Habertürk’te Didem Arslan Yılmaz’ın “Türkiye’nin Nabzı” programında da açıkça söyledim.
Bu konuşmam daha sonra sayısız internet sitesi tarafından haberleştirildi ve izlemeyen milyonlara da ulaştı.
Dün Hürriyet’te Ertuğrul Özkök darbe gecesi Cumhurbaşkanı’nı telefonla canlı yayına bağlayan Hande Fırat’ın “24 saat- 15 Temmuz’un kamera arkası” adlı kitabından bazı bölümleri paylaştı.
Özkök’ün kitaba dayandırarak verdiği bilgilere göre bir helikopter pilotu binbaşı 15 Temmuz günü saat 14.45’de Ankara Yenimahalle’deki MİT merkezine gelerek “orduda hareketlenme olduğunu” ihbar ediyor ve gece bir darbeye kalkışılacağını anlatıyor.
Bunun üzerine MİT- Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlıkları arasında müthiş bir trafik başlıyor. Saat 18.00 itibarıyla Genelkurmay bütün askeri birliklere “Hiçbir uçağın kalkmaması, kışlalardan hiçbir askeri araç ve silahın çıkmaması” konusunda kesin emir veriyor.
Saat 21.00’de küçük bir grup asker Ankara ve İstanbul’da sokağa çıkıyor. 22.00’de Başbakan durumu öğreniyor. Gece yarısı da Cumhurbaşkanı halkı sokağa çağırarak darbenin resmen bitişini sağlıyor.
Bu bilgilere göre çok açık ki; darbe gündüz öğrenilmiş, gerekli önlemler alınmış, bir anlamda darbe zaten bastırılmış.
Ertuğrul Özkök yazısının sonunda çok can alıcı bir soruyu soruyor;
- KİMDİR o gün MİT’e gelip darbeyi önceden haber veren Binbaşı H.A...
- MİT görevlileri üzerlerine düşeni yapmışlar. Olay Genelkurmay’a kadar iletilmiş.
- Ve bu çok ciddi bilgiler niye Başbakan’a zamanında iletilmedi? Cumhurbaşkanı’nın koruma müdürü arandığı halde, niye bu hayati derecede önemli bilginin Cumhurbaşkanı’na zamanında iletilip gerekli önlemi alması sağlanamadı.
Ve geliyorum en hayati, en kritik soruya:
- Elde bu kadar bilgi varken bu darbe niye önlenemedi?
Niye bu kadar insanın hayatını kaybetmesine yol açıldı? Evet can alıcı soru bu. Cumhurbaşkanı Erdoğan ısrarla “O gece verilen şehitlerin hesabını kimden soracağız” diyor.
Sahi; bütün ilgililer darbeyi bildiklerine ve hatta bastırmış olmalarına rağmen “o şehitlerin hesabını” kimden soracağız?

BUNU YAZMAK GEREK

9 saat 39 dakikanın saniye saniye kronolojisi


CNN Türk Ankara Haber Müdürü Hande Fırat’ın darbe gecesini anlatan “24 Saat 15 Temmuz’un kamera arkası” adlı kitabında o gece ile ilgili çok ilginç bilgiler var.
O gecenin kronolojisine bakınca insanın içindeki kuşkular ister istemez artıyor.
İşte 15 Temmuz günü hemen öğleden sonra başlayan olayların saniye saniye gelişmesi;
- Saat 14.45: Binbaşı H.A. MİT’e geliyor.
- Saat 16.00: Binbaşının verdiği bilgiler MİT Müsteşarı’na iletiliyor.
- Saat 16.21: Bu bilgiler Genelkurmay İkinci Başkanı’na iletiliyor.
- Saat 17.30: MİT Müsteşar Yardımcısı Genelkurmay’a gider.
- Saat 18.00: MİT Müsteşarı bizzat Genelkurmay’a gider.
- Saat 18.30: Genelkurmay Başkanı uçaklara kalkmayın, tanklara çıkmayın emri verir.
- Saat 22.00: Başbakan, MİT Müsteşarı ile konuşur.
- Saat 23.02: Başbakan NTV’ye çıkar ve “Bu bir kalkışmadır” der.
- Saat 00.24: Cumhurbaşkanı CNN Türk’e çıkar.
Yani Binbaşı H.A.nın MİT’e gelişi ile Cumhurbaşkanı’nın konuşması arasında tam 9 saat 39 dakika geçmiştir.
Bütün bunlar sizin içinizde de “darbe önceden bastırılmıştı” kuşkusu uyandırmıyor mu?

Bİ SORALIM BAKALIM

Standart and Poor’s kaç para aldı?


Dinci faşist darbe girişiminin hemen ardından Standart and Poor’s değerlendirme kuruluşu Türkiye’nin kredi notunu düşürmüştü.
BB+’dan BB-‘ye düşmüştük. Durağan olan durumumuz da riskliye dönüşmüştü.
S&P’nin bu kararı iktidar tarafından öfkeyle karşılanmıştı.
Cumhurbaşkanı defalarca bu kuruluşa arşı ağır sözler etmiş “Biz bunların nasıl parayla kredi notu dağıttığını biliyoruz. Onların kararı vız gelir tırıs gider, biz yolumuza bakarız” demişti.
S&P geçen hafta Türkiye’nin notundaki eksiyi kaldırdı ve durumumuzu da “durağan”a getirdi yine.
Çok harika bir şey olmasa da buna “notumuz arttı” diyebiliriz.
Ancak bakıyorum da bir süre önce ateş püskürenlerde hiç ses yok.
Eğer gerçekten Cumhurbaşkanı’nın dediği gibi S&P kredi notunu “para alarak” artırıyorsa veya yine bu kez “başkalarından para alarak” düşürüyorsa, Türkiye için verilen son kararda hangisi geçerli?
Türkiye notunun biraz yükselmesi için para mı verdi?

DİKKATİMİ ÇEKEN ŞEYLER

Dünyaya mültecilerle şantaj yapmak ters teper


İç kamuoyunun elbette hoşuna gider. Siz Avrupa ülkelerine “eeeyyy” diye bağırır sonra da “salarım üzerinize mültecileri görürsünüz dünyanın kaç bucak olduğunu” derseniz buna prim verecek çok insan vardır.
HDP milletvekillerinin, Cumhuriyet Gazetesi çalışanlarının tutuklanmasına Amerika ve Avrupa’dan gelen tepkilere karşı “dik durduğumuzu” göstermek için aklımıza geleni söylüyoruz.
Dün de yazdığım gibi iktidar muhtemelen yabancı ülkelerden gelen tepkilerin daha da artmasını istiyor.
Böylelikle Türk halkına “Bütün dünya bize karşı birleşti, amaç Türkiye’yi yok etmek, bizi kıskanıyorlar” demek kolaylaşıyor.
Aşağılık duygusu içindeki halkın bir bölümü de “Bugüne kadar yabancıların karşısında hep boynumuzu büktüğümüzü, her istenileni yaptığımızı” zannederek iktidarın arkasındaki saflarını sıklaştırıyor.
Kısa dönemlerde bu tür efelenmeler olumlu etkiler de yapabilir ama iş şantaja kadar ulaşırsa bu strateji bir anda ters teper.
Avrupa Bakanı tepkilerin artması üzerine yaptığı açıklamada “geri dönüş anlaşmasının” iptal edileceğini, Batı’nın bundan sonra başının çaresine bakmak zorunda kalabileceğini söyledi.
Türkçesi şudur; Açarım kapıları, salarım bütün Suriyeli mültecileri üzerinize, görürsünüz o zaman.
Acaba?
Bu kadar kolay mı bu?
Değil. Olmadığını daha önce de gösterdiler.
Yaz başlarında Cumhurbaşkanı benzer sözler söylemiş, “otobüslere doldurur sınır kapılarına göndeririz” demişti.
Sonra ne olmuştu biliyor musunuz? Avrupa Birliği üyelerinin ortak donanması Ege’de konuşlanmıştı. Türkiye’den bir kacak mülteci botu bile geçirmemişlerdi. Açıkçası Türkiye askeri bir abluka altına alınmıştı.
Kimsenin haberi bile olmadı. Çünkü medya bunu hiç yazmadı.
Benzeri şimdi de başımıza gelir.
Üstelik bu kez şantajı daha kararlı biçimde yerine getirmeye çalışabiliriz ve donanmamız askeri bir müdahale ile bile karşılaşabilir.

CANIMI SIKAN ŞEYLER

Elbette çok şey fark eder


Diyarbakır’da 11 kişinin ölümüne neden olan patlamayı kimin yaptığı konusundaki “muamma” sürüyor.
Valilik bombanın patlamasından hemen sonra “PKK’nın yaptığını düşünüyoruz” açıklaması yapmıştı. Zaten herkesin ortak kanaati de buydu.
Ancak ertesi gün Reuters Ajansı bomba olayını IŞİD’in üstlendiğini ileri sürdü.
Emniyet ise bunu reddetti ve bombacının adını vererek “Bu PKK işi” dedi.
“Ha PKK ha IŞİD, zaten bir o bir bu yapıyor” diyemeyiz.
O bomba HDP’li milletvekillerinin gözaltına alındığı sırada patlatıldı. Eğer bombayı PKK’nın patlattığı doğru değilse ve iktidar ısrarla bu açıklamayı yapıyorsa amaç bellidir. Tutuklamalar sırasında yapılan kanlı PKK saldırısı ile HDP’liler iyice köşeye sıkıştırılmış olur.
Türkiye ilk kez bir eylemin kim tarafından yapıldığı konusunda ikileme düştü.
Ve ilk kez “kimin yaptığı” çok önemli. Çünkü gerçek failin bilinmesi çok şeyi değiştirir.

MERAK ETTİĞİM ŞEYLER

İfade almak tamam da tutuklamaya gerek yoktu


İktidar ve yandaşları HDP’li milletvekillerinin tutuklanmalarını neredeyse bayram havası içinde kutlayacaklar.
Gazete köşelerden ihtiraslı zevk sesleri yükseliyor.
“Gördünüz mü devletin gücünü, hani ifade vermezdiniz, aldınız mı cevabınızı” türü başlıklar şen şakrak bir edayla sunuluyor.
Bu şımarıklığı ve hırtlığı bir kenara bırakalım ve şu soruyu soralım aslında; HDP milletvekilleri neden tutuklandı?
Elbette teröre bulaşan, yardım eden hiç kimse bu suçunun bedelini ödemeden elini kolunu sallayarak gezemez.
Ancak tutuklanan HDP’liler halk tarafından seçilmiş kişiler ve anayasa gereği dokunulmazlıkları var.
Meclis bu milletvekillerinin yargılanabilmelerinin önünü açmak için “mahkemelerin açtığı soruşturmalarla sınırlı” olarak dokunulmazlıklarını kaldırdı.
O halde yapılması gereken bu konularla ilgili ifadeleri almak, gerekiyorsa davaları açmaktır.
Mahkemeler tutuklama yaparak “dokunulmazlıkları olan seçilmiş kişilerin yasama görevlerine son verme” hakkını bulmuşlardır kendilerinde.
Türkiye’den ve dünyadan gelen tepkilerin asıl nedeni budur.
Ancak ne yazık ki iktidar halk içinde kin ve nefret söylemini en üst düzeye çıkararak ve kişileri “hain, terörist, alçak” diye yaftalayarak kamuoyu oluşturmuştur.
Bu da terörle hiç ilgisi olmayan, her türlü teröre şiddetle karşı çıkan ve bunu bir yaşam biçimi haline getiren, ancak iktidardan yana değil de muhalefette olan pek çok kişiyi paralize etmektedir.
Bir ülkedeki en tehlikeli gelişmelerden biri demokrasi ve hukuktan yana olanların yaratılan fiili durumun baskısı altında söz söyleyememeleridir.