2011 yılıydı.

İmza günümdü.

Bir hanımefendi geldi.

Kaşif Kozinoğlu’nun annesiydi.

Gözleri dolu doluydu.

Ömrü boyunca Türkiye’nin gururu olan kahraman oğlunu sadece bir hafta önce tutuklayıp, Silivri’ye tıkmışlardı.

“Kitabını oğluma götüreceğim, imzanla götürmek istedim” dedi.

Sabır diledim, sarıldık, yanaklarından yaşlar süzüle süzüle, gitti.

Sonrası malum...

Kaşif şehit oldu.

Konuşmasın diye susturuldu.

Aradan bir yıl kadar geçti.

Bir başka kitabımın imza günüydü.

Aynı hanımefendi yine geldi.

Bu defa, oğlunun kitabını bana getirmişti, rahmetli olmadan önce oğluna imzalatmıştı.

Ömrümün sonuna kadar unutmayacağım bir an’dı...

“Bu iki kitap arasında, sen anneni kaybettin, ben oğlumu kaybettim, oğluma sarılmak için sana geldim, sen de belki annene sarılmak istersin” dedi.

Zaman denilen kavram havada adeta asılı kalmıştı.

O günden beri ana-oğul gibiyizdir, o günden beri manevi annemdir Belgin annem.



Tıpkı hayatımda ilk kez adliye koridorunda tanıştığım Celal Ülgen’i öz ağabeyim olarak, tıpkı hayatımda ilk kez Balyoz şehidinin cenaze töreninde tanıştığım Şule Nazlıoğlu’nu öz ablam olarak, tıpkı hayatımda ilk kez askeri cezaevinin tel örgülü bahçesinde tanıştığım İsmet Çıngı’yı öz kardeşim olarak hissetmem gibi.

Tıpkı, asrın kumpasıyla hapse atılana kadar hiç tanışmadığım Çetin Doğan’ı Mehmet Haberal’ı başım sıkıştığında danıştığım, tavsiyelerini aldığım aile büyüklerim olarak gördüğüm gibi.



Organize kötülük...

Birbiriyle hiç tanışmamış insanları “zihniyet akrabası” yaptı bu ülkede.

Çağdaş aile bağları yarattı.



Müjdat Gezen mesela...

2012 yılıydı, herkesin korkudan masanın altına saklandığı günlerdi, bindi otomobiline, tek başına Silivri’ye gitti.

İlker Başbuğ’u ziyaret etti.

Hayatlarında ilk kez o gün, orada tanıştılar.

O güne kadar birbirleriyle yüzyüze bile gelmemişlerdi.

Bugün?

Arkadaştan öte “kardeş” gibiler.

Artık o kadar yakınlar ki, birbirleriyle sohbet ederken görenler, ilkokuldan beri aynı mahallede büyüdüklerini sanıyor.



Tıpkı Uğur Dündar’la günümüzün Çaka Bey’i Atilla Kezek gibi.

Tıpkı Nasuh Mahruki’yle teğmen Mehmet Ali Çelebi gibi.

Tıpkı Haluk Hepkon’la Ahmet Tatar gibi.

Tıpkı Can Ataklı’yla Hüseyin Ersöz gibi.

Birbirleriyle hiç tanışmıyorlardı.

Şimdi hepsi zihniyet akrabası.



Ümit Zileli mesela...

2011 yılıydı.

Silivri’ye gitti.

Müyesser Yıldız’ı ziyaret etti.

Hayatlarında ilk kez o gün, orada tanıştılar.

Bilen bilir, minicik bir bedene sahip olan Müyesser, tek başına tutulduğu o devasa beton koğuşta, adeta kafesteki minicik bir saka kuşu gibi görünüyordu.

Yemekler berbattı, protesto ediyordu, sadece bisküvitle besleniyordu, 42 kiloya düşmüştü.

Ümit’le Müyesser o günden beri ağabey-kardeş gibi.



Ayşenur Arslan da öyle.

Müyesser’le hiç tanışmıyorlardı.

Ama, televizyon programında her gün ekrana çıkıyor, hapisteki Müyesser’e sesleniyordu, “bisküvitle olmaz, kötü bile olsa yemek yiyeceksin, açlık grevi yapmayacaksın, kendini düşünmesen bile seni sevenleri düşüneceksin, sağlığına dikkat edeceksin” diye tembih ediyordu.

Anne gibi, her gün...

Müyesser tahliye oldu, hayatlarında ilk kez o gün tanıştılar.

Bir daha asla kopmadılar.

O günden beri “anne-kız” gibiler.



Yine Ayşenur Arslan mesela...

Kadriye Türker’le Yargıtay’daki duruşma sırasında tanışmıştı.

Kadriye anne, benim de Maltepe’den arkadaşım olan deniz kurmay albay Yasin Türker’in annesiydi.

Hayatlarında ilk kez o gün Yargıtay’da tanıştılar.

Bir daha asla kopmadılar.

Bugün, Ayşenur Arslan’la Kadriye Türker “anne-kız” gibiler.



Yani Ayşenur Arslan bu süreçte, hem anne hem evlat kazandı.



Ruhumuza açılan o çiçekli penceresinden el sallayan Türkan Saylan...

Sahnede selam verirken hariç, son nefesine kadar asla kimsenin önünde eğilmeyen Levent Kırca...

Hayatımıza rol icabı girip, gerçek halk kahramanı olarak uğurlanan Tarık Akan...

Zifiri karanlığın üstüne bilgi meşalesiyle yürüyen Yaşar Nuri Öztürk...

Rahmetli olduklarında, tee Artvin’de yaşayan eczacının, tee Antalya’da yaşayan mühendisin, tee Adana’da yaşayan üniversite öğrencisinin, tee Bolu’da yaşayan esnafın, yani aslında birbirlerini hiç tanımayan insanların... Ağabeyini kardeşini ablasını kaybetmiş gibi hissetmesi tesadüf müydü?

Sadece bir kişi vefat etmişti ama, her evde cenaze yok muydu?



Maruz kaldığımız organize kötülük...

Zihniyet akrabalarından oluşan dünyanın en büyük ailesini yarattı.



Patronundan muhabirine, yazarlarından yöneticilerine kadar, imha etmek için her türlü çirkefliği yaptıkları Sözcü gazetesine “aile ferdi” gibi sahip çıkmanız, ondan.



Emre Kongar’la Merdan Yanardağ’ın her akşam Tele1 ekranında olmalarına rağmen, sanki oturma odanızda, sizinle ailece sohbet ediyorlarmış gibi hissetmeniz, ondan.



Hiç tanışmamış olmanıza rağmen, gazeteciliğin namusu delikanlılar Barış Terkoğlu’nu Barış Pehlivan’ı Murat Ağırel’i özlemeniz... Her aklınıza geldiğinde burnunuzun direğinin sızlaması, ondan.



Hiç tanışmamış olmanıza rağmen, Müyesser Yıldız’ı İsmail Dükel’i gözaltına aldıklarında yüreğinizin cız etmesi, ondan.



Maruz kaldığımız organize kötülük...

Tek tek kişileri hedef almıyor aslında.



Yurtseverlikle örülen “çağdaş aile bağları”nı, dayanışma duygularıyla yaşayan “zihniyet akrabaları”nı topluca cezalandıran bir kötülük bu.