Disney Plus’ın yaptığı dev proje Atatürk dizisinin tarih danışmanı Orhan Çekiç, Ata’nın son günlerini anlattı. Çekiç, Atatürk’ün hasta olduğu duyulmasın diye Savarona’dan ayrılmadığını belirterek, “Eski gücünde görünerek Hatay’ı alabilsin diye kimseyle görüşmez. 15 yıldır Hatay’ı vermeyen Fransa’yı ağır hasta haldeyken dize getirir” dedi.


1938’de ebediyete uğurladığımız sevgili Ata’mız 10’uncu Yıl Nutku’nun ilk yazdığı metninde milletine “Bu söylediklerim hakikat olduğu gün senden ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur: Beni hatırlayınız” demişti, sonra bu cümleyi tarihçi Hikmet Bayur’un “bir vedayı hatırlattığını ve böyle mutlu bir günde milletin kalbini yakacağını” söylemesi üzerine ona hak vererek metinden çıkardı ama milleti ve medeni beşeriyet bırakın hatırlamayı, kalbine ve beynine altın harflerle kazıdı ve onu hayattaymış gibi yaşattı. Sadece bu gün değil, her gün, her saat adı mutlaka sevgiyle, minnetle, rahmetle anılıyor. Hayatını defalarca okuduk, okuyoruz, kısacık hayatına öyle büyük başarılar ve unutulmaz olaylar sığdırmış ki her okuyuşta yeni bir şey öğreniyoruz. Bugün, onun neden bu kadar ölümsüz, bu kadar unutulmaz olduğunu anlatan bazı önemli olayları ve çok ağır hasta olduğu son dönemini tüm sıkıntılarına rağmen nasıl Hatay’ın alınmasına adadığını Türkiye’nin en değerli tarih uzmanlarından, Disney Plus’ın çekimlerini başlattığı ve dünya ülkelerinin şimdiden satın aldığı “Atatürk” dizisinin tarih danışmanı, yazar Sayın Orhan Çekiç’ten öğreneceğiz.

Orhan Çekiç, lisans eğitimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde, yüksek lisans ve doktorasını Marmara Üniversitesi’nde tamamladı. Japonya Büyükelçiliği’nde Kültür Ateşe Yardımcısı olarak iş hayatına başladı. Milliyet, Sabah, Akşam gibi gazetelerde yöneticilik görevlerinde bulunan, Youtube’da 300’ün üzerinde programda ve sayısız televizyon programında Atatürk’ü anlatan Orhan Çekiç, uzun yıllar çeşitli üniversitelerde öğretim üyesi olarak çalıştı. Mondros’tan İstanbul’a/ İmparatorluktan Cumhuriyet’e 1918, Sivas’tan Ankara’ya 1920, Son Yıl 1938, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi gibi çok sayıda kitabı vardır.


“ELBETTE İSTANBUL’A GELECEĞİM AMA ÖNCE BİR ÖDEVİM VAR”

Orhan Bey, hayatınızı Atatürk’ü anlatmaya adadığınızı biliyorum, bunca deneyime rağmen Atatürk’ün hastalığı ağırlaştığı sırada “Hatay alınmadan Dolmabahçe’ye dönmem” dediği günleri anlatırken çok duygulandığınız bir konuşmanızı izledim, O’ndan söz ederken, her konferansta böyle duygulanıyor musunuz?

Yıllardır böyle, üniversite hocalığı çok öncesinde başlamak üzere aşağı yukarı 40 yıldır bunları anlatıyorum ve hiç değişmiyor, yarın da anlatacağım ve yine aynı duruma düşeceğimi biliyorum. Bazı noktalarda kendimi tutmam mümkün değil. Şöyle bir benzeşme oluyor, Atatürk son provalarını bitirmek için geldiği İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda Nutuk’u yazdığında Gençliğe Hitabe’yi yazarken ve okurken hep ağlıyordu, utanıyordu bundan, önce kendi kendine ağlamasını aşmaya çalışarak prova yapıyor, sonra arkadaşlarına okuyacak mahcup olmasın diye. Yemek esnasında okuma başlayınca yine ağlıyor. Atatürk 1919’dan 1927’ye kadar tam 8 yıl İstanbul’a gelmedi, cumhurbaşkanı olduktan sonra 5 sene. Anadolu’nun her yerini gezip İstanbul’a gelmemesi Türkiye’nin ve bütün aydınların dikkatini çekiyordu, bir kırgınlığı vardı buna hiç şüphe yok ve hep atlatıyordu. Sonunda Nutuk’u yazmaya karar verdiğinde bir takım belgeleri Dolmabahçe’deydi, İstanbul’a gelmek zorundaydı fakat buna rağmen diğer bölümleri bitireyim dedi ve uzun süre sonra gitti, oradan deniz yoluyla Trabzon’a geçecek, Vali Muhittin Bey gemide ziyaret etti; “Ne olur Sarayburnu’na çıkın Paşam, bütün İstanbullular burada olduğunuzu biliyor, onlarla sohbet edin sonra yine yolunuza devam edersiniz” dedi. Atatürk bütün arkadaşlarına “çocuk” diye hitap etmeyi severdi “Hayır çocuk” dedi, “Ben elbette İstanbul’a geleceğim ama önce yapmam gereken bir ödevim var, önce o ödevi bitireceğim, sonra İstanbul’a geleceğim”. Ödev diye kast ettiği Nutuk’tu ve Nutuk’ta İstanbul’a çok özel bir yer ayırdı, İstanbul’un Kurtuluş Savaşı’ndaki yerini çok açık anlattı. Bir kısmı azınlıklardan oluşan bu şehirde ihanet vardı, karşıtlık vardı, basının yarısı Kurtuluş Savaşı’nın karşısındaydı, biri Ali Kemal’di, Refik Halid Karay da bunların arasındaydı, affedilip Türkiye’ye döndükten sonra “çok yanılmışım” diyerek kitap yazdı. “Dünya Savaşı’nı kaybettik, yok olduk” diye makaleler yazıyor, Sevr uygulansın istiyor, zaman içinde diğer ülkelerin insafa geleceğine inanıyorlar, Anadolu halkı Mustafa Kemal’in arkasından gitmesin diye çalışıyorlardı.

ATATÜRK’ÜN, VAHDETTİN’E YAZDIĞI MEKTUP

Bu ülkeler hiç insafa gelip aldıkları yerleri verir mi, Ali Kemal belli, İngilizlerle işbirliği yapmış ama diğerleri nasıl inanmışlar buna?

Zaten Atatürk’ün Padişah Vahdettin’e yazdığı mektupta söylediği de bu; “Diz üstüne çökerek, insaf dileyerek vatan bağımsızlığa kavuşamaz. Bu hale gelmiş bir ülkenin yapacağı tek şey vardır, vatanı savunmak, başka hiçbir şekilde 4 devleti ikna etmek mümkün değil” diyor. Nutuk’ta da Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul’un hainliğini anlatıyor; Saray’ı anlatıyor, basını, üniversite çevrelerini anlatıyor, kimlerin karşısına dikildiğini, kimlerden ihanet gördüğünü anlatıyor. Kurtuluş Savaşı sonunda herkes kurtuluyor ama Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul’un maddi olarak hiç katkısı yok, zaten işgal altında. Bunları Nutuk’ta acı acı ama bütün gerçekliğiyle anlatmış. Nitekim, İstanbul’a gelip Saray’daki belgelerle çalışmasını bitirdikten sonra tekrar döndü ve Nutuk basıldı.

KIZ KARDEŞİ MAKBULE’Yİ MİLLETİN KİRACISI YAPTI!”

Atatürk karşıtlarının “mal varlığını millete bağışlaması” ile ilgili halkı yanıltan açıklamaları olmuştur, o süreçte çok ilgi çekici olaylar var, nasıl olmuş anlatır mısınız?

12 Haziran 1933’te 2307 numaralı kanun ile Atatürk bütün mal varlığını millete bağışlamıştır, üzerinde emekli maaşı vardı sadece, 5 kuruş parası yoktu. Bazıları derler ki; “Çok zengindi, 100 koyunu var, çiftliği var, fabrikası var, bir general maaşıyla bunu nasıl yapabilir”, oysa o nakit paralarını 2 ve 4 numaralı İş Bankası hesaplarında muhafaza ediyordu, her şey kayıtlı. 1933’te nakit parasını ve gayrimenkullerini bağışlıyor ve daha o yıllarda ölümcül hastalığı ortaya çıkmamış. 1937’deki vasiyetini dikkate alarak derler ki; “ Zaten ölüyordu, kimsesi yoktu ki, kime bağışlayacaktı?” Oysa tüm mal varlığını o tarihten 4 sene önce Hazine’ye bağışlamıştır, kız kardeşi Makbule ve manevi çocukları var. Makbule’ye bir ev bile bırakmıyor; “Çanakkale’de oturduğu evde yaşadığı sürece oturur, evlenir ve çocuğu olursa o ev çocuğuna miras yoluyla geçemez, ben o evi millete bağışladım” diyor, kız kardeşini adeta milletin kiracısı yapıyor.

MECLİS MALVARLIĞINI MİLLETE BIRAKMASI İÇİN YASA ÇIKARIYOR

Meclis bütün mal varlığını millete bırakmasına itiraz ediyor; “Medeni Kanun’u siz getirdiniz, Makbule Hanım sağ, miras hukukuna göre kız kardeşinize de pay düşüyor” diyorlar. Uzun mücadelelerden sonra Atatürk’ün vazgeçmediğini görünce Mustafa Fevzi “Meclis’e başvuralım, Meclis sadece Atatürk’ün bir kez kullanacağı ve örnek olmayacak bir yasa çıkarmayı kabul ederse belki yapabilirsiniz” diyor. 12 Haziran 1933’te bunu yapmasını sağlayacak 2307 numaralı yasa çıkarılıyor ki dünyada benzeri görülmemiş bir yasadır. Bugüne kadar Atatürk’ten başka hiçbir lider tüm mal varlığını millete bağışlamak için yasa çıkartılmasını istememiştir. Makbule hanım mirastan çok küçük bir pay almış, 1938’in 1000 TL’si 1950’leede de 1000 TL olarak verildiği için son günlerinde Ankara Belediyesi tarafından bakılmış, tedavisi devlet hastanesi olan Gülhane Hastanesi’nde yapılmıştır.

Manevi varlığı da var, birçok ilde kendisine hediye edilen daireler, apartmanlar filan var, bunların hepsini daima tekrar o ile armağan etmiştir, çiftlikler kurmuş ve hepsini bulunduğu köylere armağan etmiştir. Tam bir gönül adamı olduğunu zaten biliyoruz ama Savarona’daki son günlerinde, öleceğini anlayınca yeniden vasiyetini yazdı, birkaç vasiyeti vardır, bu sonuncudur ve nakit paraları, hisse senetleri vs. ile ilgilidir, bunu yazarken kız kardeşine ayda 1000 lira, Afet İnan’a 800 lira, Sabiha Gökçen’e 600 lira, Ülkü’ye 200 lira, Nebile’ye 100 lira gibi paralar bırakıyor. Sıra İsmet Paşa’ya gelince kendisini izleyen genel sekreteri Hasan Rıza Soyak’a “İsmet’in parası yoktur, onun çocuklarının eğitimi için herhangi bir sınır olmaksızın ne masrafları varsa karşılanacak” diyor. Kendisi ölüme bir ay mesafede ama başkalarının hayatını düşünüyor.

ATATÜRK, CHP’YE PARA BIRAKMADI

1927’de Nutuk’u okurken mal varlığını CHP’ye bıraktığını söylemişti fakat 1930’da Fethi Okyar’a kendi isteğiyle bir rakip parti, Serbest Fırka’yı kurdurduğu için haksızlık yaratacak diye Hazine’ye bırakmaya karar vermiş. CHP’ye para bırakmadı aslında, Hazine’ye bırakılanın kendisinin vasiyet ettiği şekilde kullanılıp kullanılmadığını kontrol etsin diye CHP’yi görevlendirdi.

DÜRÜST DEVLET ADAMI DAVRANIŞINI MİLLETE ÖĞRETİYOR!

Atatürk, Atatürk Orman Çiftliği’ni büyütüyor, yeni makinalar alıyor çiftliğin tarımı artıyor, yeni ağaçlar dikiliyor, çiftlik Atatürk’ü çok zengin bir adam yapar hale geliyor, 200 ineği, 400 koyunu olur hale geliyor, çünkü çiftliğin kazandığı her Türk Lirası yeniden çiftliğe yatırılıyor. O paraya kendisi de dokunmuyor, devletin başka bir yerinde de kullandırtmıyor, “çiftlik büyüyecek ve Ankaralıların hizmetine verilecek” diyor. Bu esnada Çankaya’daki yemeklerde sofraya peynir, yumurta gibi çiftlik ürünü gelmişse ertesi gün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a sorduğu ilk soru “faturasını göreceğim, çiftliğin parasını ödediniz mi”, kendi çiftliğinden gelen peyniri yiyor ama ertesi gün muhakkak parasını ödüyor.

Yani aynı anda sorumlu, dürüst devlet adamı davranışını öğretiyor. Millete bağışlıyor ama “milletin bir kuruşuna ben bile dokunamam” diyor.

Aynen böyle, bütün millete de öğretiyor, her gün birkaç saatini Atatürk Orman Çiftliği’nde geçiriyor Ve Ankara’nın içinde adeta olağanüstü bir cennet yaratıyor. Birkaç yazar bunu parmaklarına doladılar ve Atatürk hakkında şaibe yaratacak yayınlar yaptılar, dediler ki “Bir general emeklisinin 2-3 koyunu ya olur ya olmaz, 300 koyunu olur mu”, bunu söylemek bana göre şerefsizliktir, çünkü oradan gelen gelirler yeniden aynen çiftliğe harcandığı için doğum yapan koyunlar artmaya devam ediyor, Çiftlik’te fabrika yapılıyor, parası çiftliğe dönüyor, Ulus’ta Atatürk’ün emriyle 2 dükkan Orman Çiftliği ürünleri satıyor, çok temiz şekilde peynir, yoğurt satıyor ve fiyatı ayarlıyor, kimse o fiyattan fazla fiyat koyamıyor, adeta fiyat düzenleyicisi oluyor, ne düşünüyorsa milleti için düşünüyor, şimdikiler hala O’nunla ilgili ne şeytanlık düşünseler “bir açık bulabilir miyiz” diye düşünüyorlar.

Atatürk, son günlerini Savarona yatında geçirdi.


“HATAY ALINMADAN SAVARONA’DAN DÖNMEYECEĞİM” DİYOR!

Atatürk, Savarona’ya 1 Haziran 1938’de çıkmış, hastalığı ilerlemesine rağmen 56 gün ayrılmamış. Bunu neden yaptığını anlatır mısınız?

Tam 56 gün Savarona’da kalmış. 19 Mayıs bu işin nirengi noktası, çünkü 19 Mayıs’tan 40 gün öncesinden itibaren sırt üstü yatıyor, biraz iyileşiyor, Fransa’dan meşhur Dr. Fiessinger gelmiş vaziyette, çok da sert bir tavırla gerekeni Atatürk’e anlattığı için ona söz veriyor. O güne kadar doktorları dinlemedi, kanını bile aldırtmadı, Atatürk’ün kan grubu bilinmez. “Beni uyutacaksınız, zorla hastaneye götürüp tedavi ettireceksiniz, ben ne zaman istersem o zaman giderim, Hatay meselesi bitmeden olmayacak, çünkü yattığım gün duyulacak, bir gün bile hastaneye yatarsam demek ki hastaneye yatmayı gerektirecek kadar hasta diyecekler, Hatay işi zora girecek”.

Merinos Fabrikası’nın açılışını dans ederek kutladı.


O KADAR MUTLU Kİ SABAHA KADAR DANS EDİYOR!

Ne kadar akıllı bir adam, yataktan bile bunu hesaplıyor, hiç mi bir noktada hata yapmaz insan? Başka bir gezegenden gelmiş gibi, olağanüstü bir akıl ve vizyon.

Ben aynı şeyi düşünüyorum, düşünün bu olayın başlangıcı 10 Şubat. Bundan önce Yalova’da havuzda yüzerken doktorlar yakaladılar, Prof. Dr. Nihat Belger onu havuzda yakaladı, ayaküstü muayene etti, siroz teşhisini derhal koydu, diğer doktorlar da aynı görüşteydiler. Bir hafta içinde ilaçlar Paris’ten getirildi, hemen tedaviye başlanması istendi, tedaviye başladı ama o 10 Şubat’ta Merinos Fabrikası’nın açılışını düşünüyordu. 10 Şubat’ta Bursa’ya gitti, bağıra bağıra “Sağlığım benimle ilgili, fabrika milletle ilgili” diyordu. Orada tek bir lokal var, orada balo verildi ve işte Sarı Zeybek’i orada oynadı. Öyle güzel oynadı ki, o görüntüler var, filme çekildi o dakikalar. Fabrika açıldığı için o kadar mutlu ki dans ediyor, vals yapıyor ve gece bitince ceketini omuzuna gömleğin üzerine atarak, pelerinini giymeden dışarı çıkıyor. Celal Bayar yanında, bakanlar refakat ediyor, “Paşam ne olur dikkat edin” diye yalvarıyorlar, O merdivenlerden iniyor, sokağa çıkıyor, buz gibi bir hava. Tabii o ateş gibi yanarken buz gibi hava hoş geliyor, sokağın başına gelince espriyle “İyi ama bizim bir de otomobilimiz olacaktı” diyor. Otomobil hızla geliyor, kapı açılınca kendini içeri atar ve başını buz gibi cama dayar, şoföre doğru döner “Ama ne geceydi” der. O geceden sonra zatürre olur, ateşlenir, bir yolcu gemisiyle Gemlik’ten İstanbul’a gelir. Herkes endişelidir çünkü daha önce siroz teşhisi konmuştu, hasta haliyle görünmemesi için gemi açıkta bekletilir. Gece saatlerinde Saray’a girer, zatürre teşhisi konur, Siroz tedavisine bir süre ara verilip tam tersi bir tedavi gerektiren zatürre tedavisine başlanır, zatürre geçince 1 Haziran’da Savarona’ya çıkar, 56 gün teknede kalır ama artık çok zayıflamış 42 kiloya düşmüştür, oturamaz haldedir.

10 Şubat 1938, Bursa Merinos Fabrikası’nın açılış töreni.


Neden bu kadar ağırlaşana kadar Savarona’da kalmasına engel olunmamış?

Doktorlarını ve kimseyi dinlemiyor, inatla Hatay kurtulmadan dönmeyeceğini söylüyor ve 5 Temmuz’da Hatay kurtulduktan sonra 26 Temmuz’da Savarona’dan ayrılıyor. O süre içinde hasta olduğu duyulmasın, eski gücünde görünerek Hatay’ı alabilsin diye kimseyle görüşmez, Hatay dışında hiçbir şeyi umursamaz ve sonunda 15 yıldır Hatay’ı vermeyen Fransa’yı Savarona’da ağır hasta haldeyken dize getirir, Hatay’ı kurtarır. Ancak ondan sonra tedavi olmaya razı olur fakat çok geç kalınmıştır, henüz oturabilirken gitmeye razı olmadığı ve artık oturduğu zaman kemikleri battığı için onu tekneden çıkarmak çok zorlaşmıştır, merdivenden inip motora binmesi imkansız gibidir. Çalışanlar görmesin diye odalarına gönderilirler ve bir deneme yapılır, Kılıç Ali ve Salih Bozok’un da bulunduğu 4 kişi tarafından kanepeye oturtulmaya çalışılır ama oturamaz. Çünkü 42 kiloya düşmüş, kemikleri batıyor, dayanamayınca tekrar uzanıyor. Onu tekneden götürecek Acar motoruna binmesi için bir ip merdivenden inilmesi gerekiyordu, doktorları, Salih Bozok, genel sekreteri Hasan Rıza Soyak, Kılıç Ali onu dikkatle indirmeye çalışıyorlar ama canı o kadar yanıyor ki doktorları dayanamayıp hıçkırmaya başlıyor, o sırada kendisinin donamaya kattığı Dumlupınar Denizaltısı Savarona’nın altından denizin üstüne çıkıyor. Mehmetçiğe böyle görünmemek için Dolmabahçe’nin ışıklarının söndürülmesini ve karanlıkta çıkmak istemiş -onların kendisini Büyük Taarruz’daki Mustafa Kemal olarak hatırlamasını istiyor- Hasan Rıza Soyak sahile çıkıyor, ışıklar söndürülüyor, kanepeyi tutarak indiriyorlar, o sırada denizin altından çıkmış olan denizaltıdaki askerler güverteye çıkıp selam duruyorlar, bunu görüyor ve elini kaldırıyor, onları selamlayarak “Allahaısmarladık” diyor. Bu kendi subaylarına son bakışıdır. Hatay kurtulmadan hasta olduğu anlaşılmasın diye dönmeyen kahramanın Dolmabahçe’ye getirilişi böyle bir dramdır.

Burada Savarona’nın aynı zamanda “bu politikaları izleyebilmesi için kendini ücra bir köşeye çektiği” bir proje olduğunu söyleyebiliriz, orada olduğu sürece en yakın arkadaşları hariç onu hiç kimse yüzünü göremedi, sadece büyükelçiler yurt dışına giderken elini öpmeye, talimat almaya geldiler, Türkiye’ye gelen Türk büyükelçileri Savarona’ya gidip bilgi sundular, yabancı devlet başkanları gelemedi, kimseye randevu vermedi sadece Romen Kralı Savarona’ya çok kısa süre için çıkabildi. Adam çok seviyor, yüzsüzlük yapıp kendiliğinden Karadeniz’e açılıyor “Karadeniz’e açıldım, mutlaka görmek istiyorum” diyor ama hasta olduğunu bilmiyor, mecburen onu 10 dakika kabul edebildi, bunun dışında kız kardeşi ve manevi kızları bile 3’er dakika ziyaret edebilmişlerdir. Dolayısıyla, bu halinde bile bu restleri çekebiliyordu.

FİZİKSEL GÜCÜ TAMAMEN ÇÖKERKEN BİLE VATANI KURTARMAYA ÇALIŞMIŞTIR!

“Ayağıma çizmeyi giydirmesinler” sözünü Hatay için Fransa’ya söylemiş değil mi, bu konuda İtalya iddiaları da vardı.

Atatürk önce hukuka başvuruyor, nedir hukuk; Milletler Cemiyeti (bugünkü Birleşmiş Milletler), Fransa’nın da üyesi olduğu Milletler Cemiyeti Genel Kurulu toplanıyor, Tevfik Rüştü Aras Atatürk’ün yazıp verdiği metni orada okudu, yaptığı savunma bütün üyeler tarafından kabul gördü; “Kemal haklı, Türk tezi haklı” dediler, böylece hukuk gücünü arkasına almış oldu. Buna karşılık Fransa resmen demeç verdi; “Milletler Cemiyeti’nin verdiği bu kararı tanımıyorum” dedi, işte 1937’deki bu ifadeye Atatürk “Bana çizmelerimi giydirmeyin” cevabını vermiştir. İtalya ile böyle bir durum hiç olmadı. Bu nokta çok önemlidir, Atatürk fiziksel gücü tamamen çökerken, çizmelerini bağlayacak kadar bile iyi değilken, konuşacak hali bile yokken hala vatanı kurtarmaya çalışmış, 3 Temmuz 1938’de Ankara’ya talimat verip “Yarın Ankara hükümeti, Paris hükümetiyle temas kuracak, ‘hayır’ derlerse öbür gün Türk ordusu Hatay’a girecek” diyor. Atatürk’ün zekasına bakın, öyle bir baskı uyguluyor ki karşısında durulamıyor. Türk Büyükelçisi Fransa Dışişleri bakanına, başbakanına “Artık Atatürk’ü tutamıyoruz, bugün toplanın ama yarın sabahtan önce toplanın, gerekiyorsa siz de karşı bir nota verin ama olumsuz cevap verirseniz sorumlusu siz olursunuz, bilin ki toplanmanız şart” diyor. Onun üzerine, günlerden Pazar olmasına rağmen Fransız kabinesi toplanıyor, “Acaba blöf mü yapıyor ama karşımızda Milletler Cemiyeti var, Atatürk’ün dünya milletleri üzerinde olağanüstü bir etkisi var” diyorlar ve sabahın 4’ünde Fransa Genelkurmayı Antakya’ya bir telgraf çekiliyor “Türk ordusu girecek, ateşle mukabele etmeyin”, bu telgrafı kitabımda yayınladım. Ertesi gün bu emir Antakya’ya gittiği için Amanos Dağları’nda üzerlerinde kıyafetlerle yatıp kalkmakta olan kolordumuz İskenderun’a öncü birliklerini sokabildi, akşama doğru Türk ordusu Hatay’a girdi.

Buradaki jeste bakalım; Fransız bandosu yürüyüş marşı çalıyordu, Fransız askeri esas duruşta ellerinde süngüleri selam duruşunda karşıladı, benim askerim uygun adım yürüyerek marş eşliğinde İskenderun’a girdi. Her şey olabilirdi, ne bir tek mermi atıldı, ne bir tek şehit verdik, tamamen sanki barış yapıldı da şehir teslim ediliyor gibi bir havada girdik, bunların hepsinin görüntüleri var. Dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras “Elbette aldığımız bu sonuç Atatürk’ün bütün Avrupa ve dünya ülkeleri üzerindeki inanılmaz kredisinin eseriydi” der. Atatürk ise bir telgrafla kısaca “Hataylılara gelecek yıllarda refah dilerim, yapılan vazifedir. Mustafa Kemal” dedi, 18 senedir Fransız idaresinde kalmış olan bir ülkeyi anavatana katıyor da yapılanı 4 kelimeyle izah ediyor “Yapılan vazifedir, Mustafa Kemal” ve birkaç ay sonra da ölüyor, biz böyle bir lidere sahibiz.

ATATÜRK’ÜN CENAZE TÖRENİNE 40 ÜLKE ASKERİNİ GÖNDERİYOR.

Rahmetli Cemal Kutay Atatürk’ü tanıyan bir yazardı, onu görmüş, cenaze töreninde bulunmuş, hayatı boyunca Atatürk’ü anlatan birçok kitap yazmıştı. Cenaze törenini biraz anlatır mısınız?

Cemal Kutay matbaada çalışırken Atatürk matbaaya gelmişti, O’nunla konuşmuştu “Ben onun ekmeğini yedim” derdi, doğrudur çünkü Ulus gazetesi matbaa olarak da Atatürk’ündü ve ilerde onu CHP’ye bağışlayacaktı. Dolayısıyla Atatürk’ün matbaasında çalışan bir işçiydi Kutay, aynı zamanda tarihçiydi. Atatürk ölmeden önce Cemal Kutay O’nunla ilgili “Atatürk” isimli bir kitap yazmıştı, kapağında Atatürk’ün profili vardı, altında da “Yalnız Atatürk” yazıyordu. Atatürk bu kitabı görmüş, beğendiğine dair bir not yazıp imzalamıştı.

Uçaklar Yavuz zırhlısını selamladı.


Atatürk’ün Sarayburnu’ndaki cenazesinde o kadar olağanüstü bir izdiham var ki herkes tabutu yakından görmek istiyor, set çöktü ve 11 vatandaşımız öldü ve bir uçağımız düştü. Uçağın düşmesinin sebebi neydi; gökyüzü kapkaranlıktı, aralarında cephelerde dövüştüğü ülkelerin de bulunduğu en az 40 ülke kendi askeri birliklerini gönderiyor, bunlar kendi deniz kuvvetlerinin gemilerine binip deniz törenine katılmak üzere geliyorlar. Aslında Haydarpaşa’dan trene binip Ankara’daki törene gitmek üzere geldiler ama o askerler de Yavuz torpidosunu selamlamak istiyor. Dolmabahçe önlerinden Büyükada’ya doğru bir seyir başlar, bu bir yas gidişi olduğu için gemilerin bacalarından simsiyah duman salınmaktadır. Gemiler simsiyah duman bırakarak Atatürk’ü taşıyan Yavuz’u takip edince gök kapkaranlık olur, o sırada uçaklarımız saygı uçuşundadır, önlerini göremedikleri için uçaklar birbirine girer, bir uçağımız düşer ve İngiliz gemisinden İngiliz denizciler atlayıp pilotlarımızı kurtarırlar. Yavuz Büyükada önlerine gelir ve demir atar. Ondan sonra bütün gemiler önünden geçti, taşıdıkları personel güverteye çıktı ve esas vaziyete geçerek Yavuz’u selamladılar, Haydarpaşa’ya koşup Ankara’daki törene yetiştiler.

Bütün gemiler arka arkaya ve alfabetik sırada değil. Bu gemiler için “Yavuz’u hangi gemi hangi sırada takip etsin” diye Ankara’da Protokol Dairesi’nde problem çıkıyor. Her gemi “Ben önce geleyim” diyor, sonra diyorlar ki “Alfabetik sıra olsun”, o zaman da Almanya diyor ki “Benim adım German değil, G ile başlamıyor, benim adım Alemanya, a ile başlıyor” dedi, Avusturya “Benimki zaten A” dedi, Amerika dedi ki “ABD’yim en başta ben olmalıyım”, Yunanistan “ben en büyük saygıyı gösteren benim, Averof zırhlısını getirdim” dedi. Sonunda bir amiral buldu çözümü “Bu askerlik işidir, hangi geminin komutanı en üst rütbeli ise onun gemisi Yavuz’dan sonra gelmelidir” dedi, akıllıymış çünkü kendisi oramiraldi ve bu adam Romen’di, dolayısıyla Romanya’nın zırhlısı Yavuz’dan sonra sıraya girmiş oldu.

Düşünelim ki devletler Atatürk’ü gemilerinin sıralanmasında dahi öncelik almaya çalışacak kadar çok seviyorlardı. Büyükada’nın önünde Yavuz demir attı, bütün gemiler önünden geçtiler, taşıdıkları personel güverteye çıktı ve selam durarak Yavuz’u selamladılar, sonra Haydarpaşa’ya koşup Ankara’daki törene yetiştiler.

Yendiği düşman komutanlarının Atatürk’ün vefatından sonra onun için söyledikleri muhteşem sözler de bu hayranlığı gösteriyor, “Hayatımızda onun gibi asker görmedik” diyorlar.

Evet, bende bunların sunumları var, çünkü ben üniversitede öğrencilerime Atatürk ve İnkılap Tarihi derslerimde bunları anlatıyorum ve bunları perdede anlatıyorum daima, benden duydukları her cümlenin ya belgesini, ya fotoğrafını muhakkak ekranda görür. Bu 10 Kasım’da da sabah 9’dan akşama kadar 8 yerde konuşuyorum.

Dünya çapında gösterilecek olan ve Aras Bulut İyinemli’nin Atatürk’ü oynadığı “Atatürk” dizisinin senaryosunun tarih danışmanı olarak Disney Plus doğrudan size geldi, şimdi dizinin ilk bölümleri Selanik’te çekiliyor, kaç yıl sürecek acaba?

İlk çekilen 6 bölüm Atatürk’ün İstanbul’a gelmeden önceki günlerini anlatacak ve Samsun’a gitmek üzere Galata’da motoru beklerken bitecek. Asıl olay; Samsun’a çıkacak, arkadan tutuklama kararı, Milli Mücadele hazırlıkları, orduların kurulması, 4 savaş, Meclis’in kurulması, Meclis içi muhalefette en yakın silah arkadaşları karşısına çıkacak, arkasından İzmir’e, İstanbul’a girecek, bütün olayları düşündüğünüzde yıllarca sürecek bir dizi olacağını tahmin ediyorum. Bu olaylarda benim yılları tek tek anlattığım kitaplarımdan yararlanılıyor. Kıyafetlerinden hareketlerine, ses ifadesinden o günkü psikolojik durumuna kadar her konuda bilgi veriyorum. Doğrudan bana gelmelerinin sebebi internette olan 300’e yakın videom tabii, bir yerlerde her biri 1,5 saat olarak 300 kez Atatürk’ü ve Kurtuluş saatini anlatmışsanız, TV kanallarında yıllarca anlatmışsanız izleyen anlıyor.