Afganistan’dan yola çıkıp, boydaaan boya İran’ı geçiyorlar, sınırımızdan yürüye yürüye Türkiye’ye giriyorlar.

Afganistan’dan çıkıp yürüye yürüye Türkiye’ye gelmen demek, Türkiye’den yola çıkıp yürüye yürüye Hollanda’ya gitmen demek... Arada o kadar mesafe var. Ve hâlâ, bunların yürüye yürüye geldiklerine inanan gerizekalılar var.

Hepsi erkek, hepsi eli silah tutacak yaşta, savaştan kaçıyoruz diyorlar ama, yanlarında hiç kadın yok, hiç çocuk yok, hiç yaşlı yok, gelenlerin arasında kilolu adam bile yok, hepsi zımba gibi, hemen hepsi Pakistan’da üretilen bir spor ayakkabıyı giyiyor.

Bavulları yok, ellerinde donunu fanilasını veya yarım kuru ekmek koyacağı bir poşet bile yok, güya dört bin kilometre uzaktan geliyorlar, yanlarında küçük pet şişe su bile yok, belli ki sınırı geçer geçmez, bu tür imkanların kendilerini hazır beklediğini biliyorlar.



Dolayısıyla herkes merak ediyor, neler oluyor?



1995 yılıydı.

CIA, dolar yüklü kamyonlar göndererek, peşmergeleri örgütledi, örtülü operasyonlarla Saddam’ı devirmek için düğmeye bastı.

Türkiye’den yola çıkan kamyon konvoylarında, karton kutular içinde yüz dolarlık banknotlar vardı, adam satın almak, milis güç kurmak, sabotajlar, suikastlar için yüz milyonlarca doları nakit dağıttılar.

Olmadı.

Beceremediler.

Peşmerge aşiretlerinden değil silahlı kuvvetler, zabıta teşkilatı bile kurmak mümkün değildi, hem eğitimleri yoktu, hem savaşabilme kabiliyetleri yoktu, fiyaskoyla sonuçlandı.

CIA apar topar tahliye operasyonu başlattı.

Saddam bu işbirlikçi peşmergeleri imha etmesin diye, maşa olarak kullandıkları 10 bin civarında peşmergeyi kaçırdılar.

Habur’dan Türkiye’ye soktular.

Batman’dan nakliye uçaklarına bindirdiler.

Tee pasifik okyanusundaki Guam adasına götürdüler.

Niye oraya götürdüler?

Çünkü, orada ABD’nin en önemli hava ve deniz üslerinden biri vardı.

Bu seferki girişimlerinde başarısız olan peşmergeleri, bir dahaki sefere başarılı olmaları için eğiteceklerdi.

Bazılarını Özel Operasyon Bölümü tarafından eğitip, adı üstünde, örtülü operasyonlarda savaşçı olarak kullanacaklardı, bazılarını da akademik konularda eğitip, merkez bankası, nüfus idaresi, tapu dairesi, vergi dairesi gibi, yakında kurulacak olan Kürdistan’ın bürokrat kadrosunu yetiştireceklerdi.

Küçük bi pürüz vardı...

CIA’in peşmergeleri ABD Adana Konsolosluğu denetiminde sınırdan geçirilip Silopi’deki hac konaklama tesislerine yerleştirilmişti ama, pasaportları yoktu, kimlik bilgileri yoktu.

Daha doğrusu, elbette vardı ama, Amerikalılar yok diyor, yok dedirtiyordu, işbirlikçi peşmergelerin kimlik bilgilerini Türkiye’ye vermek istemiyorlardı.

Bize akıl öğrettiler... “Sizin pasaport kanununuzda bu tür durumlara uygun madde var, parmak izlerini alın, geçirin” dediler.

Bizimkiler hık mık etti ama, elleri mecburdu, geçirmiyoruz birader diyecek halleri yoktu.

Ankara’dan beş kişilik uzman ekip getirildi, peşmergelerin tek tek parmak izleri alındı, buyrun geçin denildi.

Parmak izi bilgileri, MİT arşivine kaldırıldı.

-  (Parantez açalım... CIA peşmergelerinin, Habur’dan Batman’a transferi sırasında, ABD Ankara Büyükelçiliği’nde Batman doğumlu bir genç, ekonomist olarak çalışıyordu. Kürt kökenli bu genç, elçilik tarafından Silopi’ye gönderildi, Amerikalılarla peşmergeler arasında tercümanlık yaptı. Gel zaman git zaman, bu kabiliyetli genç adam, Akp iktidarında Türkiye Cumhuriyeti’ne bakan oldu.)

- (Hadi bir parantez daha açalım... Aynı günlerde, ABD İstanbul Başkonsolosluğu’nda siyasi ataşe olarak çalışan arkadaşın ismi neydi biliyor musunuz? James B. Bond’tu! Hem vallahi hem billahi, Amerikalı siyasi ataşenin ismi, James Bond’tu. Üstelik, yine 1995 yılında, Türkiye’de görev yapan CIA ajanlarının listesi Alman basınında yayınlanmıştı, bu arkadaşın ismi o listedeydi. Parantezi kapatalım, devam edelim.)

Üç yıl geçti.

1998 oldu.

Guam adasına götürülen peşmergeler artık iyice pişmişti, olgunlaşmışlardı, “Guamerge” olmuşlardı, gene Türkiye üzerinden, bazıları da Ürdün üzerinden, Kuzey Irak’a sokuldular.

Bu dönemde, Kuzey Irak’taki otorite boşluğundan en çok Pkk faydalanmıştı, Kandil dağına iyiden iyiye yerleşmişti.

Özellikle Guamergeler döndükten sonra, Pkk’nın bölgeye geçişi hızlanmıştı, peşmergeyle Pkk’nın işbirliği ayyuka çıkmıştı.

Acaba, Guam’a götürülenler arasında Pkk’lılar da var mıydı?

Bu sorunun cevabını bulmaya çalışan Türk istihbaratı, Barzani’ye haber saldı, Pkk faaliyetleri hakkında konuşmak üzere, bölgedeki aşiret liderlerini toplantıya davet etti.

Randevu ayarlandı, Kuzey Irak’ta, bizim kontrolümüzdeki bir adreste buluşuldu, biraz sohbet edildi, bilahare mevzuya gelindi.

Türk tarafı rahatsızlığını dile getirdi, aşiret liderleri sessizce dinledi.

O sırada çay servisi yapılıyordu. Garsonlar tabii ki garson değildi. Çaylar içildi, çay bardakları garsonlar (!) tarafından toplandı, mutfağa götürüldü, o bardağı kim kullandıysa onun ismiyle etiketlendi, kolilendi, Ankara’ya getirildi.

Guam’a götürülenlerin parmak izleriyle eşleştirildi.

Evet...

Pkk’ya açık destek veren 17 aşiret lideri, Guamerge’ydi!



Bu müthiş tahliyeyi ve Guam operasyonunu Robert Booker Baer yönetmişti, kısaca “Bob” olarak tanınıyordu.

CIA’in Irak şefiydi.

Irak’tan önce Fransa’da Hindistan’da Lübnan’da Sudan’da Fas’ta Tacikistan’da Gine’de Somali’de görev yapmıştı.

Anadili seviyesinde Arapça ve Farsça biliyordu, Fransızca, Almanca, Rusça, Çince, Tacikçe konuşuyordu, anca Belucistan’da duyabileceğiniz Beluçça’yı bile konuşuyordu.

1952 doğumluydu, Georgetown Üniversitesi ve Kaliforniya Berkeley Üniversitesi mezunuydu, 1976 yılında CIA’ye katılmıştı.

Silah uzmanı olan eşi de CIA ajanıydı, vurucu görev yapıyor, Saraybosna’da Hizbullah hedefine suikast düzenlerken tanışmışlardı, çocukları yoktu, Pakistan’dan bir kız çocuğunu evlat edinmişlerdi.

İşbirlikçi peşmergelerin devasa tahliyesi ve Kürdistan’ın temellerini atan Guam operasyonu nedeniyle, olağanüstü başarılar üzerine verilen, CIA kariyer madalyası almıştı.



Sekiz yıl daha geçti.

2006 oldu.

Syriana filmi vizyona girdi.

Başrolünde George Clooney vardı.

Senaryosu pek sürükleyiciydi... Amerikan petrol şirketleri, gizli servisler, köktendinci terör örgütleri ve Ortadoğu hükümetleri arasında dönen dolapları anlatıyordu.

Suriye’yi andıran Syriana kelimesi, Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme projesinin, yani, Büyük Ortadoğu Projesi’nin kodadıydı.

- (Yine parantez açalım... Büyük Ortadoğu Projesi kavramı, Türkiye’de ilk kez 2004 yılında asrın liderimiz tarafından dile getirilmişti.

Başbakan sıfatıyla ABD’ye gitmiş, Yahudi Komitesi’nden cesaret ödülü almış, Katolik üniversitesi St. Johns’da cübbe giyerek, fahri doktora unvanı almış, bilahare Washington’a geçmiş, ABD başkanı Bush tarafından oval ofis’te ağırlanmış, Türkiye’ye döner dönmez “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Diyarbakır yıldız olacak” demişti.

Büyük Ortadoğu Projesi nedir, Diyarbakır niye yıldız oluyor, mesela niye Erzurum veya Balıkesir yıldız olmuyor da Diyarbakır yıldız oluyor, kimse merak etmemişti!

Üstelik, asrın liderimiz, Türkiye, İtalya ve Yemen’in Büyük Ortadoğu Projesi’nin “eşbaşkan”ları olduğunu söylemişti.

Bu görevi bize kim, hangi yetkiyle verdi?

Eşbaşkanlık için hangi taahhütlerde bulunuldu?

Türkiye’nin yükümlülükleri neydi?

Madem Türkiye Cumhuriyeti böyle bir görevi üstlenecek, o halde neden Tbmm’nin onayına sunulmadı?

Gene kimse merak etmemişti!

Kapatalım parantezi, devam edelim.)

Syriana...

Büyük Ortadoğu Projesi’nin kodadıydı.

George Clooney bu heyecan dolu filmdeki rolüyle Oscar kazandı.

Tecrübeli CIA ajanı Bob Barnes’ı canlandırıyordu.

Bilmiyorum, Bob Barnes ismi size birini hatırlattı mı?

Tam isabet...

Filmdeki Bob Barnes karakteri, aslında Robert Booker Baer’di.

Çünkü, Syriana filminin senaryosu, bizzat Robert Booker Baer’in 2002 yılında yazdığı “See No Evil” isimli kitabından uyarlanmıştı.

Kitaptaki ve filmdeki hadiseler, Robert Booker Baer’in hatıralarından oluşuyordu.

Büyük Ortadoğu Projesi’nin kodadı, Syriana’nın ilham kaynağı, devasa tahliye operasyonuyla peşmergeleri Türkiye’ye geçiren, Kuzey Irak’ta Kürdistan’ın temellerini atan CIA istasyon şefiydi.



Kendini dünya lideri ülke zannederken, kendini başrolde zannederken, Oscar ödüllü senaryolarda “figüran” olmak, işte böyle hazin bir duygudur maalesef.



Yürüye yürüye Türkiye’ye giren Afganlara dönersek...



ABD, Afganistan’dan çekiliyor.

20 yıldır oradaydılar, mayıs ayında peyderpey çıkmaya başladılar, bu ay sonu itibariyle Afganistan’da Amerikan askeri kalmayacak.

Amerikan ordusuna çalışan 19 bin işbirlikçi Afgan’ı ABD’ye alacaklar.

Vatandaşlık sözü karşılığında sözleşme imzaladıkları biliniyor.

Bu sözleşmeye güvenerek CIA emrine girdikleri biliniyor.

ABD büyük devlet olarak verdiği sözü tutacak, bu 19 bin işbirlikçiyi illa ki göçmen olarak ülkesine alacak, geriye kalan bir milyon civarındaki işbirlikçiyi Türkiye’ye yıkacak.

Bu geriye kalan bir milyon civarındaki Afgan, diğer 19 bin işbirlikçi gibi savaşçı, ajan veya tercüman değil... Bunlar, Afganistan’daki Amerikan şirketlerinde veya Amerikan himayesindeki şirketlerde çalışanlar... Petrol, doğalgaz, maden, inşaat, gıda, nakliye şirketlerinde çalışıyorlardı.

Amerikan askerlerinin ihtiyaçları ve Afganistan’ı yeniden inşa etmek için dökülen milyar dolarlar, bir milyon civarında Afgan’a düzenli istihdam sağlıyordu, Amerikalılar bavulları toplayınca, bunların hepsi ayazda kaldı.

Afganistan’da kadınların çalışması yasak olduğu için, Amerikalılara çalışanlar arasında kadın yok.

Amerikan veya himayesindeki şirketlerde çalışanlara vize kolaylığı vaadedilmişti. Ama, bu kadar insana vize verip, hobaraa diye ABD’ye götürecek kadar keriz değiller... Bu yüzden, Kabil’deki Amerikan büyükelçiliğinin kapısına yalvar yakar dayanan işbirlikçi Afganlara “siz hemen Türkiye’ye geçin” diyorlar.

İran üzerinden Türkiye’ye geçmelerini bizzat organize ediyorlar.

Zaten aslına bakarsanız, Kabil’deki Amerikan büyükelçiliğinde görevli personel bile neredeyse kalmadı, üç ay önce personeli geri çektiler, elçiliği boşalttılar.



Bu transit geçiş için Washington’la Tahran’ın masa altından el sıkıştığı muhakkak... Yoksa İran’ın böyle tabur tabur geçişe izin vermesi mümkün değildi.

Bu transit Afganlı geçişi İran’ın işine geliyor, hem ülkesine kaçak girişi kontrol etmiş oluyor, hem haberi yokmuş gibi davranarak Türkiye’nin başına bela etmiş oluyor.



Amerikan medyası bile gizlemiyor, tüm bunları şakır şakır yazıyor.

Sayın “işbirlikçi” medyamız yazmıyor, örtüyor.



Ve hal böyleyken, ne diyor asrın liderimiz?

“Zayıf ülke olmadığımız için mültecileri alıyoruz, almaya devam edeceğiz” diyor.



Akp sayesinde ABD’den bile daha güçlü ülke olduğumuzu kavrayamayanların hakikaten utanması gerekiyor!