Bugün yazacağım konuyu haftaya bıraktım, beni bağışlayın. Zira gelen e-postaları dikkate alarak birkaç hususa değinmek zorundayım. “Neden Arap siyasi tarihiyle ilgili yazılar yazıyorsunuz, o kavgalardan bize ne, bizi ilgilendirmez” bağlamında itirazlar geliyor. Lütfen önce şu gerçeği görelim; evet, biz Türk’üz, kendimize ait bir kültürümüz var. Ama bu kültürün bir ögesi de İslam, dolayısıyla Müslümanlığın da şekillendirdiği bir kültür içinde yaşıyoruz. Bahsi geçen zaman diliminde oluşmuş tüm fraksiyonlar, Müslüman ülkelerin Müslümanlık anlayışını belirlediği gibi bizim de kültürel çeşitliliğimize zemin oluşturmuş. Erken dönem Müslümanlarının kendi aralarındaki çekişmeleri, siyasi tarih olmaktan çıkmış, adeta itikatlaştırılmış ya da itikadın belirleyicisi haline gelmiş. Şurası mühim; mücadele Allah’a inananlarla inanmayanlar arasında değil, her ne kadar dinin farklı yorumlarının sonuçları gibi görünüyor olsa da son tahlilde egemen güçler ile sömürülenler arasındaki kavgadan bahsediyoruz. İtikadi ve ameli mezhepler bu siyasi tarihin ürünüdür veya uzantısıdır. Kaldı ki, siyasal İslam’ın tarihi köklerini bilmeden, din-siyaset üzerinden yapılacak her yorum boşta kalacaktır. İslam mezhepleri uzmanı Prof. Dr. Sönmez Kutlu’nun şu cümleleri fevkalâde önemlidir:

“Sünnî siyaset anlayışı, Kur’an ayetlerinden hareketle değil, Peygamber sonrasında yaşanan tarihsel siyasî tecrübelerden hareketle oluşturulmuştur. Şöyle ki halifelerin fazilet sıralaması, devlet başkanı olacak kişide aranan nitelikler, sorumlulukları ve iktidara geliş yöntemleri, ideal ve altın çağ olarak kabul edilen ilk dört halife dönemi uygulamalarından hareketle belirlenmiştir. Yani olan, olması gereken olarak idealize edilmiştir. Tarihin belli bir anı dinsel olarak anlamlandırılmakla, olgusal bir durum olmaktan çıkarılmış değer yargısı haline getirilmiştir. Dolayısıyla Sünni siyaset anlayışı, İslam toplumlarının bütün dönemlerinde geçerli olabilecek bir teori olmayıp, daha çok Müslümanların geçmişte yaşadıkları ve çoğunluk tarafından doğrulanan siyasi tecrübenin bir yansımasıdır. Daha sonra bu fikirler, siyasî alandan inanç alanına taşınarak dinî veya kelamî (teolojik) açıdan meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.”

Sönmez Kutlu makalesinde (Ehl-i Sünnet Siyaset Anlayışının Dini Temellerinin Sorgulanması) “Ehl-i Sünnet’in siyasal düşüncesinin oluşumunda, adaletin temini ve zulmün ortadan kaldırılmasından ziyade güç, iktidar ve güvenlik merkezî bir rol oynamıştır.  Bu sebeple zalim ve fasık da olsa, iktidar sahiplerine itaat telkin edilmiş, isyan yasaklanmıştır” der ve şu can alıcı tespiti yapar: “Bu durum, tarih boyunca daha adil bir siyasal ve sosyal düzen talepleri ve adalet yanlısı hareketlerin doğuşunu engellemiştir.”

BAKMAZSAN GÖREMEZSİN

Görüldüğü üzere olan-biteni sosyolojik ve tarihsel açıdan irdelemezsek, bugüne de intikal etmiş olan din-siyaset sorunlarını ve din adına ortaya konulan iddiaları çözümlemekte zorluk çekeriz. Demokrasi, laiklik, eşitlik, özgürlük, vatandaşlık, insan hakları gibi kavramları hala içselleştirememiş siyasal Müslüman zihnin sözde din adına koyduğu argümanların kaynağı bu zaman dilimidir. Batı kültürünü anlamak için nasıl Antik Yunana ve Hristiyanlığa dönmek bir zorunluluksa, Türk kültürünü çözümlemek için de tarihi köklere gitmek bir zorunluluktur. Yeri gelmişken söyleyelim: Türk düşünce tarihinin üç büyük kırılma noktası vardır. Birincisi atlı göçebe ya da konar-göçer olarak ifade edeceğimiz Orta Asya bozkır Türk kültürüne Uzak Doğu’nun etkisi (M.Ö 6000’li yıllar); ikincisi Türklerin İslam’la tanışması ve iç içe girmesi (9.10.yy); üçüncüsü de (18.yy) Batıyla karşılaşmasıdır. Dolayısıyla Türk entelektüelinin Türk kültürünü tahlil edebilmesi için hem Uzak Doğu ve Orta Doğu hem de Batı kültürünün temellerini bilmesi gerekir. Ancak Orta Doğu ve İslam kültürünün ayırıcı vasfı bizim inanç sistemimizi ve kültürümüzü belirlemiş olmasıdır.

Ezcümle görmek için bakmak gerekir. Kültürün mitleri bir toplumun arketipleridir. Toplumlar bu arketipleri sürekli masaya yatırarak kendilerini gözden geçirirler. Bir Batılı, Rönesans ile Antik Yunan arasındaki bağı bu bağlamda okur. Katolik Protestan hareketi, İncil’e dönüş hareketidir, keza bizdeki tecdit ve ihya da (yenileşme hareketleri) köklere dönme girişimleridir. Kültürler kendilerini sorgulamazsa düşünce tıkanır. Ya tarih-kişiler-olaylar kutsanır ya da ders alınmadığı için tarih tekerrür eder. Bakın 21.yy’da hala yakılan cemevlerini konuşuyoruz. Bu hasta zihinleri kimler, nasıl, neden oluşturdu? Alevi-Sünni ayrışmasının temelinde hangi parametreler söz konusudur? Kültürün genlerine nüfuz etmeden bunları tahlil etmek olanak dışıdır. Türk aydınının günümüz sorunlarına çözüm üretememesinin altında pek çok neden bulunabilir ama tarihine ve İslam öncesi 4000 yıllık kültürel köklerine yabancılaşmış olması başat sorundur.