HADİ ismini yazmaya­yım, cehaletini yüzüne vurmayayım. Ki, benzeri düşünen çok insan var. Diyorlar ki:

-Belediye dediğin çöp toplama işidir!

“Belediye” kavramı ta­rihsel kökeninden koparılıp yüzeyselliğe götürüldü.

Konuyu şöyle açayım:

Dikkatinizi çekmiş midir; Avrupa’da be­lediye binaları özenle yapılmıştır, mimari olarak cephe tasarımı süslüdür, bina içleri çok şıktır. Keza:

Osmanlı’nın Beyoğ­lu’ndaki ilk belediye binası da özenle yapıl­mıştır. (Ki, Paris belediyesi şehrin altıncı caddesin­de olduğu için İstanbul’da­ki belediyeye de “Altıncı Daire” adı verilmiştir! Her iki belediyenin şehrin en gözde semtinde olması tesadüf değildir.)

Hadi Osmanlı’yı an­layabiliyoruz; 19’uncu yüzyıldan itibaren Avrupa hayranlığı-taklitçili­ği yoğundu ve bu sebeple bina İtalyan asıllı mimar Giovanni Battista Barbori­ni’ye özenle yaptırıldı.

Ancak Avrupa’da bele­diye binalarının şık-süs­lü olmasının sebebi bam­başkaydı. Saraylara, soyluların konutlarına özenerek yapıldı! Peki niye?

Bu soru, belediye kavramının gerçekte ne olduğunu açıklamamıza yardımcı olacak...

★★★

Belediye özünde; saray, aristokrasi, kilise yani merkeziyetçi yö­netime alternatif doğdu. Yeni kent geleneğinin oluşturan bu güç öncelik­le, tarih sahnesine yeni çıkan burjuvazi/ tüccar­lar idi. Ve mealen saraya dedi ki:

-“Bizden sürekli vergi/ para istiyorsunuz, tamam verelim ama ticari faa­liyetlerimizin/ pazarın düzeni için kuracağımız kurumsal yapıya izin ve­rin! Şehrimizin iç yöneti­minde istediğimiz kararları kendimiz verelim, kendi kendimizi idare edelim.”

1789 Fransız devrimi kurumsal olarak belediye­ciliği doğurdu. Ve:

Burjuvazi, saraylara, soyluların konutlarına, ka­tedrallere özenip gösterişli belediye binaları yaptı. Bu binalar halkın iktidarda olduğunun sembolü ola­caktı.

Ve fakat:

Zamanla yeni zen­gin burjuvazi halktan kopup devrimi sa­tıp kral-soylu-rahip ida­resiyle anlaştı. Yukarıdan aşağıya bir yönetim olan belediye, halkı dışla­yıp salt burjuvazinin çıkarı için çalışmaya başladı. Halk yine ağır sefalete mahkûm edildi...

Avrupa’da­ki 1848 ve 1871 halk ayaklanmalarının ortaya çıkardığı mahalle ko­miteleri belediye kavra­mını genişletti: Mahalli özyönetimler! Bu nasıl olacaktı? Örneğin:

Kolera gibi bulaşıcı has­talıkların önlenmesi için temiz su, sağlık, aydın­latma, ulaşım gibi şehrin bakım-temizlik hizmetleri şarttı.

Yoksulluğa karşı -sosyal yardımlar vd.- günlük yaşama dönük ücretsiz hizmetler belediyelerin de kapsamında olmalıydı.

Yani:

Belediye, emekçi yığın­ların söz ve karar sahi­bi olduğu yapıya dönüş­türüldü. Buna, “toplumcu belediyecilik” dendi.

★★★

Bu uzun girişi yapma­mın bir başka sebebi Türkiye’de son günlerdeki konu. Deniyor ki:

-Belediyeler, merkezi AKP iktidarının gölgesin­de olursa işbirliği artar.

O halde, belediyelere ne gerek var, kaldırılsın! Bunca yıllık tarihi kaza­nımlara ne gerek vardı?

Belediyelerin, merkezi iktidarın aparatı haline gelmesi halkın aleyhine mi, lehine mi olur?

Yönetimin tek elden toplanması, yerel yö­netimleri merkezi yöneti­minin vesayeti altına sok­maz mı? Bu, demokrasi yönetimi için hiç hayırlı olur mu?

Tartışmaya bile gerek yok aslında:

Merkezi iktidarla, halkın kazanımı olan belediyeler arasında rekabet her daim iyidir...

Belediye yönetiminin, merkezi iktidardan başka bir partide olması -me­sela sosyal konutların yapılması gibi- hizmet yarışında halkın lehi­ne rekabet sağlar...

Bu arada... Bu tür siyasi konuları “ocu-bucu” yü­zeyselliği dışına çıkarmak lazım. Bu politik perspek­tif, partiler üstüdür. Bu konu, belediye kavramı­nı yeniden düşünmemi­ze vesile olmalıdır.

Bu minvalde toplumcu belediyeciliği yok eden, belediyeciliği iflasa sürük­leyen neoliberal bele­diyeciliği de tartışmak gerek...