Mel Gibson 10 yıl aradan sonra bir kez daha yönetmen koltuğunda. Bu sefer gerçekten yaşanmış bir 2. Dünya Savaşı hikayesi anlatıyor... Bugüne kadar sayısız 2. Dünya Savaşı filmi izledik. Ama Mel Gibson’ın “Savaş Vadisi”nde anlattığı hikaye gerçekten de ilginç. Okinawa muharebesi sırasında eline silah almayı reddeden Amerikalı asker Desmond T. Ross’un onlarca askerin hayatını nasıl kurtarabildiğini izliyoruz.

savas_vadisi_1

Gibson daha önce yönettiği “Cesur Yürek”, “İsa’nın Çilesi” ve “Apocalypto” filmlerinde de insanların sebep olduğu şiddet meselesini olduğu gibi, hatta gerekirse altını kalın kalın çizerek göstermeyi tercih etmişti. Sinemanın da en büyük ikilemlerinden biridir bu. Gibson’ın ‘şiddeti eleştirmenin yolu onu olabildiğince gerçekçi ve görsel olarak sunmak mıdır?’ sorusuna cevabı net olarak ‘evet’tir. Gibson filmini iki parçaya ayırmış. Neredeyse bir saati aşan ikinci kısım tam da bu meseleye odaklanıyor. “Er Ryan’ı Kurtarmak”ın başındaki Normandiya çıkarması sahnelerinin bir saat sürdüğünü düşünün... Gibson Desmond’ın içinde bulunduğu cehennemden, tek bir kurşun atmadan kendisini ve yaralı askerleri kurtarmaya çalışmasını heyecanla izletiyor bize. Çok gerçekçi görünen savaş sahneleri savaşın dehşetini, neredeyse barut kokusuyla birlikte hissetmemizi sağlıyor. Kopan uzuvlar, sıçrayan kanlar, çamur içinde sürünen askerlerin üstlerine yağan makinalı tüfek kurşunları... Bu ortamda pasifist bir gencin inancına ve hümanizmine sarılarak verdiği mücadeleyi izletiyor bize.
Filmin birinci kısmında ise bir süre Desmond’ın çocukluğu ve ilk gençlik çağlarında küçük kasabasında yaşadıklarını izliyoruz. Desmond çocukken ağabeyiyle yaşadığı kavga sırasında içindeki şiddeti keşfetmiştir. Ağabeyini ciddi olarak yaraladığında dinine sığınarak tövbe etmiştir. Sonrasında Desmond büyüdükçe insanları iyileştirmenin kutsallığını keşfeder. Medikal bir eğitim almamasına rağmen kalın bir tıp kitabını okuması onu savaş sırasında birliğine sağlıkçı olarak başvurmak konusunda cesaretlendirir. Gibson’ın ele aldığı hikayenin en zor kısmı da burası zaten. Desmond’un yeni tanıştığı bir hemşireyle yaşadığı aşkı, onun bir sağlıkçıya dönüşmesiyle birlikte anlatılıyor. Sonrasında da acemilik döneminde silah eğitimini reddetmesiyle birlikte, komutanları ve diğer arkadaşlarıyla yaşadığı sürtüşme ve mahkeme süreci var. Eğer bu ilk kısım da çok sağlam kurulmuş olabilseydi, başarılı ikinci kısım daha yükselecek ve bütün olarak film çok daha başarılı sayılabilecekti. Ancak Gibson hikayenin dramını yeterince ikna edici ve güçlü temeller üzerine oturtamamış. Desmond’un babasıyla yaşadığı problemi ve ağabeyi gibi savaşa gitmeye karar vermesi meselelerini yüzeysel anlatmaktan kurtaramayan Gibson, dramatik etkiyi fazla açıklayıcı ve demode diyaloglarla kurmaya çalışmış.

Ancak Desmond Ross gibi bir karakterle tanışmak da ilginç diğer yandan. Giderek bütün dünyayı kaplayan, insanların bu savaş çığırtkanlığı ve tahammülsüzlük rüzgarı içinde yaşıyorken Desmond’ın ‘silahsız’ mücadelesine şahit olmak yine de değerli bir deneyim.

3 yıldız
Savaş Vadisi
Yönetmen: Mel Gibson
Oyuncular: Andrew Garfield, Sam Worthington, Luke Bracey
139 dakika, 15+

Şiir gibi bir film...

Çağdaş Fransız sinemasının en değerli yönetmenlerinden biri olan François Ozon’un I. Dünya savaşı sonrasında geçen dramatik filmi adeta bir şiir gibi akıp gidiyor yüreğimizden. Almanya’da küçük bir kasabada oğulları Frantz’ı savaşa kurban veren bir anne-baba, onları yalnız bırakmayan, oğullarının nişanlısı Anna ile yas içinde yaşamaktadırlar. Günün birinde Anna nişanlısının mezarı başında ağlayan genç bir adamla karşılaşır. Bu adam Frantz’la savaş sırasında tanıştığını ve onunla arkadaş olduğunu söyleyen Adrien’dır. Alman kasabasında pek de hoş karşılanmayan, düşman ülkenin gazisidir Adrien. Ama acılı aile onu evlerinde ve hayatlarında misafir ederler yine de. Anna da giderek bu genç fransıza ilgi duymaya başlar. Ancak Adrien’ın acı bir sırrı vardır...

frantz_1

Tabi ki izledikçe Adrien’ın yakıcı sırrını tahmin etmek gayet mümkünleşiyor. Tecrübeli yönetmenin, giderek melodrama kayan bu hazin hikayeyi siyah beyaz çekip Anna’nın bir parça olsun huzur bulabilmek için tutunduğu hayallerini, düşüncelerini renkli sunması da güzel bir hoşluk yaratıyor.

“Frantz” savaşın insanların hayatını, hayallerinden ve ideallerinden ne kadar da uzağa götürdüğünü anlatıyor özellikle de ilk kısmında. Acılı anne babanın Adrien’ı kendi oğullarının yerine koymaya çalışmalarını buruk bir şekilde izlerken daha gencecik yaşta, evlenmeden dul kalmış Anna’nın da çekingen ruhunun incinmişliğini hissediyoruz. Sonrasında ise Anna ve Adrien arasında geçen imkansız aşkın dramı çıkıyor ortaya. Bu sahnelerde de Ozon bizi melodram kalıpları içindeki (söylenemeyen bir sır, türlü engeller yüzünden bir araya gelemeyen aşıklar) oldukça aşina ama yine de yürek burkan bir yolculuğa çıkarmakta. Anna rolünde izlediğimiz Paula Beer ve Adrien rolündeki Pierre Niney’nin performansları ise tam olması gerektiği gibi. Beer sessiz bakışlarıyla çok çekici, Niney de Adrien’ın azapla dolu iç dünyasını ince nüanslarla ustaca vermekte.

4 yıldız
Frantz
Yönetmen: François Ozon
Oyuncular: Paula Beer, Pierre Niney, Marie Gruber
113 dakika, 7+

Bir babanın dramı

Oyuncu Ewan McGregor’un başrolünde olduğu ilk yönetmenlik denemesi “Pastoral Amerika”, iddialı bir hikayenin altında ezilen bir film olmuş maalesef. Yerel bir yarışmada güzel seçilen annesi ve popüler, yakışıklı iş adamı babasının steril dünyasında büyüyen bir genç kızın aileye yarattığı sorunlar ABD’nin sancılı 1970’ler döneminin dekorunda işleniyor. Swede ve Dawn’ın küçük kızları Merry daha çocukken ailesinin kusursuz görüntüsü ve apolitik duruşlarına karşı psikolojik tepkiler vermeye başlamıştır. Merry ergen yaşlarında ise heyecanlı bir aktivistlikten terörizme doğru kaymaya başlar. Swede ve Dawn bu tepetaklak gidişe karşı hiçbir şey yapamazlar.

McGregor bir ‘ilk film’e göre son derece zor bir öykünün altına girmiş. Senaryo maalesef Swede ve Dawn’ın tanışması ve evlenmesine gereksizce zaman ayırıyor, sonra Merry’nin babasına karşı duyduğu aşkı (Elektra kompleksi) yanıltıcı bir şekilde kullanılıyor ve filmin ikinci yarısında Merry’nin ortadan kayboluşundaki polisiye esrar da öyküye hizmet edecek şekilde işlenemiyor. Finalde hızlıca akan zaman da bütün bunların üstüne tuz biber ekiyor.

amerikan_pastoral_2

Philip Roth’un hikayesi belli ki kızı giderek teröriste dönüşen bir babanın dramını anlatıyor. Ancak senaryo ve yönetmen bu hikaye içinde çok fazla şey anlatmaya soyunmuş. Merry’nin bu süreç içinde kızgın bir aktivistten hayalet gibi dolaşan genç bir kadına dönüşmesinin nedenlerini tam olarak anlayamıyoruz, aynı şekilde annesi Dawn’ın dramı da çıkamıyor ortaya. Oyuncuların yaşlanmış hallerindeki makyajlar fazla göze batarken Ewan McGregor’un bir türlü Amerikalı gibi durmayan performansı da şaşırtıyor.

2,5 yıldız
Pastoral Amerika
Yönetmen: Ewan McGregor
Oyuncular: Ewan McGregor, Jennifer Connelly, Dakota Fanning
108 dakika, 15+